29 Eylül 2008 Pazartesi

Bayram

Ben sizleri çok seviyorum...
Neşemi, hüznümü, ümitlerimi sizinle paylaşmayı...
Birbirimizin nazını çekmeyi...
Şakaları, kahkahaları...

Hepinize iyi Bayramlar diliyorum...
İnşallah bütün Bayramlarımız sevdiklerimizle, mutlulukla, sağlıkla, bol ve temiz kazançla, insan sevgisiyle, saygısıyla geçer...

İyi Bayramlar...:)

24 Eylül 2008 Çarşamba

şşşt...kendini dinle...o sana söyler...

http://img230.imageshack.us/img230/3089/susvz9.jpg

"Susmak için fazla güzelsin..."

Yok...bu laf kendime değil...resimdeki fıstığa...:)

*Hiç yazasım yok son günlerde...blogları geziyorum ama...

*Rengarenk iplerden "bişeyler" örmeye başladım yine...

bakalım neye benzeyecek?

*Bu sayfayı her açtığımda aynı yazıyı görmek canımı sıkıyor.

iyisi mi bu yukarıdaki fıstığı görelim...

deyip gittim...:)


21 Eylül 2008 Pazar

zıpla oradan oraya

Ya yine bir kitap var elimde. Yıllardır okumak istiyordum da olamadıydı.
Çok basit ve de yerinde bir soruyla cebelleşiyor. Uygarlık denen şey neden tüm kültürlerde ve coğrafyalarda aynı anda gelişmedi?

Öncelikle benim ilk cevabım:
Hay senin uygarlığının ta içine.
şeklinde.
Önleyemiyorum iç sesim devam ediyor.
Bu dünya sadece insana ait, geri kalanlar onun hizmetinde, e peki ben bundan en üst düzeyde nasıl faydalanırım? diye düşün dur.
Diğer canlıların senin hizmetine nasıl gireceği düşüncesi seni kesmesin, senden aşağıda ve aptal olduğunu düşündüğün toplumları da ez geç.
Sömürgeleştir, öldür, üzerinde deney yap, kendine hizmet ettir, cart curt.
Hangi uygarlık, nasıl uygarlık be bu?

Uygarlık ve teknoloji dendiğinde benim aklıma uçak-gemi,telefondan önce
çok düzenli örgütlenmelere gitmiş ve insanı bireyleştirdiğini iddia ederek insanı diğerlerinin tıpkı aynısı bir kopyaya çeviren sistemler geliyor.
Ortalama milli gelir, kilometrekareye düşen kişi sayısı, ortalama ömür, normal değerler, normal davranışlar....herkesi aritmetik bir ortalamaya dahil etmek için kıçını yırtıyor.

Sıkıcı...
Valla sıkıcı.
En hafif kelimeyle sıkıcı.
Ama saldırgan da aynı zamanda.
Ortalamanın dışında olma hakkın yok.

İşte böyle anlarda gayetle alakasızca mesela Aysel Gürel'i seviveriyorum ben.
Yıldız Tilbe'yi...
Arada bir yaşadığı yerden inip biriktirdiği şarkıları söyleyip tekrar giden Murat Kekilli'yi.

Ya da kendi şehrimden örnek:
Tam merkezde birkaç katlı bir apartmanın üzerinde, çatı katında bir kuş evi vardı.
Bir gün nedense kafamı gökyüzüne çevirmiştim ve görüvermiştim.
Hayran olmuştum.
Ne bu, ne bu diye sormuştum.
Bir aşk hikayesi dedilerdi.
Adam aşık olur.
Kızla kavuşamaz.
Çatı katına tamamen ahşap bir kat yapar.Oralara buralara uzantıları vardır yapının. Merdivenler iner çıkar bi dolu yerlere.
Orada kuşlarla yaşar.

Doğru değilse bile...ki öyle görünüyor...yani doğru görünüyor...saygı duyulası bir hikaye...

Bir de küçük ara sokaklardan birinde ilerlerken...
ki o sokaklarda temeli tevazuya dayalı minik müstakil evler vardır. Hepsi dipdibe, sokaklar eğri büğrüdür, cetvelle çizilmemiştir.
Şükür ki henüz onları kimse düzenlememiştir.

Bu evler doğruca sokağa açılır.
İşte o evlerden birininden çiçekler fışkırdığını görürsünüz.
Önünde yağ tenekelerinden, saksılardan çiçekler size el eder.
Çok çiçektir.
Ahanda! orada bir insan yaşıyor diye bağırır içiniz...

Ben o eve hayranım.
Ben o kuş evine de hayranım.

Sitelerinize sizin (ve benim)...ne diyeyim...kendinizi hapsetmişsiniz...benim diyecek birşeyim yok.
Site yönetim toplantıları, aidatlar, aynı ayar yanan kombiler, oturulmayan odanın peteğini kısıver.filan filan filan...

Öyle işte...

Tam şu anda içimdeki yazma isteği gidiverdi.
Yazının kalanını sahte bir heyecanla yazacak değilim.
Bitti, bu kadar söyleyeceklerim...:)

20 Eylül 2008 Cumartesi

fobik şey

Yeni evlenmiştik. Kısa bir tatil için Ahmet'in yeni işe başladığı bankanın kampına gitmeye karar verdik.
Ben öyle toplu halde, bir düzen içinde yapılan tatile pek alışık değilim.
Şımarıklık falan değil nedeni sadece o zamana kadar hep şu şiarla yaşamışız:
Tahditli-tehditli işe gelemem.:)

Bu babamın lafıdır ve sırf bu nedenle taaa Mart ayında Bandırma'nın karşı kıyılarına gider, kocca bir gazino- restoran arazisi kiralardı.
Öyle lüks filan bir şey değil. Zaten o yıllardaki her şey bugünkü lüks kavramına çok uzak.:)
Ne ise o hem patronluğu yapar, hem biz şen çocuklar olarak koca yaz eğleniriz.
Eğlenirdik.

Dolayısıyla kamp fikri ilk etapta bana yabancı da gelse biz yollara düştük.

Kamp Yalova'da.
İçeri girdik, önce size yemek ikram edelim dediler.
Büyük bir salona geçtik.
Deniz kıyısında bir masaya oturduk.
Sizin yeriniz burası deyip arkalarda bir masa verdiler bize.
İyi de salon boş. Bomboş.
Tuhaf geldi ama aldırmadık.:)

Herneyse kalacağımız yeri gösterdiler.
Küçük bungalov tipi evler.
Fakat bize işe henüz başlamış tıfıl insanlar olarak geçen seneden beri temizlenmemiş bir ev düştü.:)
İçeri girdik.
Her yer örümcek ağı.

Benim gözler kocaman oldu.
Ahmet ben giremem buraya, dedim.

O da tüm cevvalliği ile dur ben şimdi temizlerim dedi.

Önce dışarı bir şezlong çıkardı.
Bir de gazoz açtı.
Ben de kitabımı aldım, oturdum.

Bir müddet sonra yanına gittim.
Korkuyla sordum:
"Ya burda karaböcek de varsa?"
Nasıl aşağılayıcı, ciddi, sinirli bir bakış attı anlatamam. :))))
"Gerçekten bilmiyor musun?" dedi.
"Neyi?"
"Örümcek olan yerde karaböcek olmaz ki " dedi.
Zankkkk...
"Öyle miymiş? E ben bunu niye bilmiyorum? Ama O öyle söylüyorsa öyledir herhalde. Baksana nasıl sinirlendi ve ciddi" dedim kendime.

O gece de rahat rahat uyudum.
Ertesi gün kamptakilere teşekkür edip derhal oradan ayrıldık.
ver elini aslanım Erdek.:)
10 gün kalmayız- 3 gün kalırız, canımızın istediği gibi yaşarız.:)

Bu karaböcek-örümcek eşleşmesinin gayetle mümkün olduğunu da yıllar sonra farkettim.
Salaklık mı? Öyleyse öyle. Ne farkeder? Zekanın kime faydası dokunmuş diye şuraya bir felsefe attırırım çözene kadar iflahımız kesilir.:)))

Hayır salaklık değil.
İnanma isteği.
:)
O geceyi rahat geçirme yolu.
Kaçış.
Ne derseniz deyin.

Hımmm...
Şimdi söyleyin bakalım:
İki kertenkelenin aynı kertenkele olma olasılığı % kaç?

19 Eylül 2008 Cuma

Yavrukuşum burası benim evim ama bahçene dönsene sen...

Geçen akşamüstü yemek yapmak amacıyla mutfağa girdim.

Lavaboya bir hamle:
Üllen o da nessi, karşımda bişi benimle birlikte hamle etti.
Ne ki o?
Saniyelik bir bakış:
Kertenkeleeeeeee...
Ciyakkkk
içeri kaçış.

-Alo Ahmet... (Burası yavru kedi sesiyle)
Ya bişi söyliycem, mutfakta kertenkele var.

-Nası kertenkele?

-Baya kertenkele, nasıl olacak, gi,remem ben mutfağa.

-Ha ha haaa...gelemem ki şimdi ben, bekle gelince yakalarım.

-Gider ama o.

-Gitmez, bulurum ben.


Mutfak kapısını kapa, altına kilim sıkıştır, tamam...
Bu akşam yine açız çocuklarım...:)

Akşam eve gelince Ahmet birkaç dakikalığına mutfağa girdi ve dedi ki:
"Tamam yakaladım.
Ama öldürmek zorunda kaldım."
Ben de önce tüh yaaa deyip
"Ama evde olmazdı ki zaten" dedim.

Bugün...
Kurabiye canavarı halinde kurabiye üretimindeyim.
İkinci bir çeşit hazırlarken elimi tepsiye uzattım.
Ciyakkkkk.
Üstünde yine o!

Tepsiyi fırlat, Ahmete küfret, içeri koş.

Telefona sarıl.

"Neden yalan söylüyosun, öldürmemişsin işte."
"Neyi?"
Kertenkeleyiiiiiiiiiiii...."
"Öldürdüm ki."
"Yalançıııı. İçerideki ne o zaman."
Yine aynı kahkaha:
"Ha ha haaaa...geliyorum bekle."

Allahtan bu sefer Umut ve arkadaşı Turaç da evdeler.
"Çabuk bakın şuna çocuklar. Yakaldıysa kertenkeleyi görün, bana rapor verin. Yoksa kurabiye yok."

Yakalanmış...

Ya başka da varsa...

bu yazıyı kendime yazdım

kelimelerin ağızdan, kalpten, gönülden, akıldan, beyinden her neredense nereden bıçak gibi kurşun gibi çiçek gibi döküldüğü şiirlere bayılıyorum.

Kendime öneri:
Bir kelime yaz.
ilk aklına geleni.
sonra ardarda sırala.
aklına gelenleri.

kendi şiirini yazmış olacaksın.
anlamadı mı okuyan?

sen anladın mı ki...

Anlamak
çok abartılı bazen...debdebeli...şaşaalı...süslü püslü... ki
aslında anlaşılmadığını anlama diye.

Gerçekten anlarsan eğer bir bakış yeter.
kendini parçalama demem bundan yani.

İspiyon:
İlk cümleyi bana ah muhsin ünlü okumak yazdırttı.

İtiraf:
Pişman değilim.

Daha bir ilerisi:
Gayetle de mutluyum.

15 Eylül 2008 Pazartesi

Eğlence, deney, tecrübe mekanı olarak mutfak :)

Üzüm var dolapta.
Yenmedi de bir türlü. N'apmalı?
Hoşaf tabi, ne yapacaksın?

Şimdi önce:
Bana bir haller oldu.
Hepi topu 40 yaşındayım.
Tamam tamam 41.
Hayret bişi...cık cık cık...

Ama bir gelenek merakı, bir görenek aşkı peyda oldu bende ki anlatılabilemez...
Sevviyorum uleynnn...
var mı diyeceği olan?

Hoşafla alakası ne diyen var mı?
Aaaa...hemen yazayım...

Bir pelte olsun, bir hoşaf olsun efendime söyleyeyim bir zerde olsun...ben bunlara taktım son zamanlarda.
Hani hafiften unutulmaya başlanmış olan bu lezzetlerle yeniden tanışıyorum.

Bakın mesela pelte:
Ama limonlu pelte.

Bu ne enfes, ne hafif tatlıdır böyle...
Ekşidir ama ağzını dilini büzüştürmez
tatlıdır amma içini baymaz.

Deneyin n'olur.
İsteyene tarif veririm.
Bu tattan mahrum kalmasın kimse...

Şimdi sırada kızamık şekerli muhallebi var.
Ama beni aştı.
Anneme müracaat edeceğim bu konuda.

Hele o balkonlardaki ipe dizili biberler, bamyalar, patlıcanlar var ya...
Allahım ne güzellik.
Herbiri gözüme mücevher gibi görünüyor.

Hepsinin içinde sebzeden öte şeyler var.

Emek,
gelecek kaygısı,
tedbir,
sevdiklerle birlikte yemek yemek için umutlar...

Bir sıra biber dizsenize bir ipe...
Onu her gördüğünüzde içiniz ısınacak, inanın...:)

Yazan:
Bugünkü ruh haline istinaden
Sevgi böcüü

Sürprizzzz...:)




Nedenini sormayın.
Bugün size bir hediyem var.
Aşağıdaki pakette...

İçinden ne dilerseniz o çıksın umarım...

Sizi seviyorum ben dostlar...:)



13 Eylül 2008 Cumartesi

Lütfen bu yazıya tahammül edin arkadaşlar. :)

Yanlış bir şey söylemeye çekinerek yazıyorum bu yazıyı.
Biraz kıra döke.
Hatam olursa şimdiden affedin.

Ama çocukluğumdan beri kafamı meşgul eden şeyler var.

Su almaya gittiğim yaz akşamlarında önüme bir elektrik direği çıkardı bazen. Nedense aklıma gelirdi: Sağından mı geçeyim, solundan mı geçeyim?

Bazen öylece kalırdım direğin karşısında.

Delice mi?
Farketmez.
Orada durur ve hissederdim.

Direğin sağından ya da solundan geçmek çok farklı şeyler.
Birini seçtiğimde belki ayağım bir taşa takılacak düşeceğim, ayağımı inciteceğim ya da bir karınca yuvasına zarar vereceğim ve dünya eskisinden daha farklı bir hal alacak.

Yıllar geçtikçe atomun iç yapısını anlatan dersler gördüm.
Basitçe...nötronlar, protonlar...fiziği de çok sevdim diyemem ama
bence en önemli kısma aklım takılı kaldı.

Büyük sonsuzluk diye bir şey vardı. ev, sokak, mahalle, semt, şehir, il, bölge, ülke, kıta, gezegen, güneş sistemi, galaksi... diye gidiyordu.

Ama bir de küçük sonsuzluk vardı.
Atoma gelip dayanmıştı iş, ondaki nötron ve protonlara.
Tamam da, onların içinde ne vardı?

Bugünlerde yapılan deneyle benim çocukça merakımın nasıl benzeştiğini farkettiniz mi?

Tuhaf.

Gece yine Ceviz Kabuğu'nu izledim.
Gediz Akdeniz isminde Bir fizik bilimadamı konuk idi.

Hep şu noktayı farkettirmeye çalıştı:

Bu batının deneyidir.

Deneyden ziyade deneyi gerçekleştirmek için ulaştıkları teknoloji yüksek teknolojidir.

Peki bu milyar dolarlar harcanan yüksek teknoloji ne için kullanılacak?

Öncelikle bugün bizim de neredeyse tamamen kabul ettiğimiz "bilimsel doğrular" temelinde batının önermelerini içeriyor.

Bunların doğruluğunu ispatlamaya çalışıyorlar.

Peki "biz" bunun karşılığında ne yapacağız?

Biz yani İslam alemi, tüm doğu felsefesi taraftarları.


Karşılık derken yanlış anlamadıysam karşıtı kastetmiyor:

Bu teknoloji bir gün bize karşı kullanılırsa ne yapacağız?
Kendimizi korumamızın yolu kendi sistemimizle düşünmeye ve yol almaya başlamak olmalı diyor.

Yanlış sorular değil bunlar bence.

Çünkü Batı ve Doğu herşeyiyle farklı birbirinden.

Çok basit gelecek belki ama biraz hatırlayın.

Biz yerde yemek yerdik, onlar masada, biz yerde yatardık onlar yatakta.
N'olur korkmadan ve kendinizi engellemeden, ha bir de batılı eğitim sisteminin ürünleri olduğumuzu unutmadan düşünün.:)

Az kaldı bitiyor, birazcık daha tahammül eder misiniz?

Bilimsel düşüncede de iki farklı yöntem var.
Bu batılı yöntem ve Vikipedi'den aldım:

Tümevarım

Karmaşık sistem teorisinin ardında yatan yaklaşımı felsefe, özellikle de bilim felsefesi açısından inceleyecek olursak, ortaya ilginç bir olgu çıkıyor. Aslında bugün pozitif bilim olarak nitelendirdiğimiz şey, batı uygarlığının ve düşünüş biçiminin bir ürünüdür. Bu yaklaşımın en belirgin özelliği, analitik oluşu yani parçadan tüme yönelmesi (tümevarım).

Genelde karmaşık problemleri çözmede kullanılan ve bazen çok iyi sonuçlar veren bu yöntem gereğince, önce problem parçalanıyor ve ortaya çıkan daha basit alt problemler inceleniyor. Sonra, bu alt problemlerin çözümleri birleştirilerek, tüm problemin çözümü oluşturuluyor. Ancak bu yaklaşım görmezden gelerek ihmal ettiği parçalar arasındaki ilişkilerdir. Böyle bir sistem parçalandığında, bu ilişkiler yok oluyor ve parçaların tek tek çözümlerinin toplamı, asıl sistemin davranışını vermekten çok uzak olabiliyor.

Bu doğunun yöntemi ve Vikipedi'den:
Tümden gelim
Kesin sonuç veren akıl yürütmeye çıkarım, tümdengelim (dedüksiyon) denir. Bu yönteme göre, doğanın araştırılması önce gözlemlerden genel prensiplerin çıkarılması (tümevarım) ve daha sonra genel prensiplere dayanarak gözlemlerin açıklanması (tümdengelim) aşamalarını içermektedir.

Tümdengelim; tümelden tikeli ve genelden özeli çıkaran uslamlama yöntemidir. Tümdengelim, doğru olan ya da doğru olduğu sanılan önermelerden zorunlu olarak çıkan yeni önermeler türetir. Öncüller doğruysa sonuç da mantıksal bir zorunlulukla doğrudur.

Zihnin kanunlardan, kurallara örneklere, olaylara inerek yeni bir yargıda bulunmasıdır. Tümevarımın tersine, genel ilkelerden özel durumlara inen bir akıl yürütme şeklidir. Burada herhangi bir genelleme (kanun, kural) ele alınır, sonra bundan yola çıkarak özele (olaya, örneğe) inilerek, yeni bir yargıya varılır.

Tümdengelim, bir ya da birden çok öncülden mantık kanunlarına göre, bir sonuçlama (netice) ispatlayış ya da çıkarsayış işlemidir.

Tümdengelimle varılan bir sonuç, bir önermeler zinciridir ki, burada, önermelerin mantık kanunlarıyla doğrudan doğruya çıkarılan bir öncül ya da bir önermedir. Tümdengelimle varılan bir sonuçlamada, neticeler öncüllerde saklıdır, mantıksal analiz metotlarıyle çıkarsanmaları icap eder. Tümdengelimin temelinde “bütün için doğru olan, parçaları için de doğrudur” ilkesi yatar.


Farkettiniz mi tümdengelimin tümevarım'a olan üstünlüğünü? Batıda küçükleri görmezden gelebiliyorsun, bizim düşünce sistemindeyse sana "Sen kimsin de Allah'ın yarattığını görmezden geliyorsun?" deniliyor.

Ve şu noktaya ulaşılır:
Kaos teoremi:


Kaos ya da karmaşıklık teorisi ise, bu anlamda bir Doğu-Batı sentezi olarak görülebilir. Çok yakın zamana kadar pozitif bilimlerin ilgilendiği alanlar doğrusallığın geçerli olduğu, daha doğrusu çok büyük hatalara yol açmadan varsayılabildiği alanlardır.





Yani, neydi, hatırlayın?

Çin'de bir kelebek kanatlarını öyle bir çırpar ki bu Afrika'da bir fırtınaya yol açabilir.
Ne olacağını kestiremezsin.

Bu müthiş mutluluk veren bir düşünce değil mi?
Cesaret, umut, inanç vermiyor mu size de?

Bildiğimiz bir örnek mesela:
Yedi düvelin saldırdığı Anadolu'dan kestirilemeyen, tahmin edilemeyen bir adam çıkıyor:
Mustafa Kemal.
Lider oluyor ve kestirilemeyen gerçekleşiyor.
Kazandık. :)


İşte Türk bilimadamı Gediz Akdeniz'de şunu anlatmaya çalıştı:

Batı dünyası kestirilemezliği işin içinden çıkarmak istiyor.
Bu da insanı işin içinden çıkarmak gerek demek anlamına geliyor.
Çünkü insan mühim.
Ve ne yapacağı kestirilemez.
Cyborglar oluşturmaya çalışıyorlar.
Bu yüksek teknoloji bu amaçla kullanılabilir.

Ortadoğu'da da yapmaya çalıştıkları bu, diyor.
Çünkü orası onlara göre farklı insanların bulunduğu bir zenginlik kaynağı diyor.
Petrol değil zenginlik.
İnsanların hayata farklı bakış açısı, kültürleri.
Ve onların kestirilemez davranışlarını işin içinden çıkarmak istiyorlar diyor.

Birden tuhaf bir şekilde herşeye farklı bakmaya başladım.

Kızılderililerden ne istemişlerdi?
Aborjinlerden?

Onur, şeref, dürüstlük üzerine kurulu hayatları olan Kafkas halklarından ne istiyorlar?
Ya bizlerden?
Neden atom bombasını Japonya yedi tepesine?

Aklım karıştı dostlar.
Ve bu galiba iyi bir şey.

12 Eylül 2008 Cuma

Halide ve ben

Uzun saçlı, incecik bir kız çocuğu düşünün.
İşte o Halide.
Yaşımız 12-13.

O zamanki evimize yeni taşınmışız.
Ben çok cadıyım. Aslında oğlan çocuğu olarak doğmalıymışım da son anda bir karışıklık olmuş kadar sokağa düşkünüm.
Sokağa aşığım.

Her tür oyun 9 kiremit, seksek, istop...yetmez...kendi uydurduklarımız...mesela hamamdolu...(İki gruba ayrılıp topluca oynanan bir tür saklambaç.)

Halide bir Hanım ama.
Bir köşeye oturuyor, biz deli gibi bağıra çağıra, küse barışa oynarken çıt çıt çekirdek çitliyor.

Apartmanlarımız karşılıklı sayılır ve sokaktaki neredeyse tüm evleri inşaa eden müteahhit onun babası.

Bizim evin en alt katındaki dairenin camları henüz takılmamış. Ben de diğer oğlan çocuklarıyla :))) birlikte pencere pervazlarına tutunup sallanıyorum bazen.
Çok zevkli bu oyun.:)

Halide Hanım terasa çıkıyor, bağırıyor:
"Sallanmayın orda. Babamın o ev. Kıracaksınız pencereleri."

Hep beraber cevap veriyoruz:
"Sana ne? Babanınsa babanın. Ohhh bak ne güzel sallanıyoruz."

Hadi bakalım daha bir şevkle, bir ileri bir geri...


Bazen de biz aşağıda oynarken şaka yapası tutuyor küçük hanımın.
Bir kova su doldurup terastan aşağı, üstümüze döküyor suyu.
Sonra da sakince gülüyor ve içeri gidiyor.

O kadar muzip ve tatlı ki hiçbirimizin aklına küsmek gelmiyor.

Sonra azıcık daha büyüyoruz:
Artık bisikletlerimiz var.

Her akşamüstü galiba 4-5 aynı yaştaki genç kız gezintiye çıkıyoruz.
Önce Emin Abi'den hamburger.

Bu enfes birşeydir.
Tarifi İstanbul Kristal'den alınmıştır bu hamburgerin. Ekmeğini Emin Abi kendi evinde pişirir. Hangimiz hamile olsak bu hamburgere aşeririz biz.:)))O derece yani.
Yanına turşu suyu.

Ajlan'dan siyah çekirdek. Kesekağıdı içinde.
Çok havalı bir şekilde sokağımıza dönüp Eski Türk evinin merdivenlerine diziliriz.
Çıt çıt çıt...

Sanırım Perşembe günleri Gırgır çıkar.
En erken kalkan hemen o haftaki Gırgırı alır ve hep beraber okunur.
Önce Muhlis Bey.
Sonra ne varsa.
Galip Tekin o hafta çizdiyse kaymaklı kadayıf olur.
"Alavarza Vardı."

Halide lise bittiğinde evlenmeye kalışıyor.
Bir çocukla nişanlamışlar.
Nişanlarına gidiyorum.
Çocuğu hiç beğenmiyorum.

Yaşlı bir komşumuza dönüp şöyle demişim:
"Ben de Ünsalsam bu kızı bu çocuğa verdirtmem. Yedirtmem arkadaşımı."
Ne demekse artık...:)
At sineği gibi bir çocuk diyorum, hırsımı alamıyorum.

Konuştuğum Teyze bayılıyor bu lafa, hala anlatır.
Birbirimizi koruyor olmamızı takdir ediyor.

Ve olmuyor, çok şükür. Ayrılıyorlar. Sonra aynı zamanlarda sanırım 1 yıl arayla Halide ve ben nişanlanıyoruz. Nişanlısı çok neşeli, sıcak gülen, kahkaha ile gülmeyi bilen bir Adana'lı.

Bizim Ahmet malum.:)
Evlendikten sonra arkadaşlığımız daha da güzelleşiyor. Her Cuma makarnadan mantı yapıp yiyoruz. Sessiz sinema oynuyoruz filan.

Sonra araya hayat giriyor.

Aynı şehirde olup da görüşülmeyen zamanlar da oluyor.
Birbirimizle karşılaşıp bir yabancıyla konuşur gibi davrandığımız anlar da.

Şimdi yeniden birlikteyiz.
İşte dünkü yazıda anlattığım gibi:

Halide kızıyla kapışıyor karşımda.
Ben Halide'yi izliyorum.
Hala zayıf.
Hala çok fazla Türk kahvesi içiyoruz.

İçimden kıkırdıyorum.
Canım benim diyorum...

Yeni gönderi

Ruh halimi anlamaya çalışıyorum. İçimden yazmak gelmiyor. Şu gazoz reklamındaki gibi: Şehirde birşeylerin kıpırdamasını istiyorum. :)

Ama sayfaları dolaşmak hoşuma gidiyor. Sakince...görev yapar gibi değil.

Hava gündüzleri sıcak...geceleri serin. Bir sigara yakıp, balkona çıkmak ve o serin havada oturmayı seviyorum.
Sokağımız hala sakin.:)

Ben o gürültülü evi bazen özlüyorum.

İlker okula başladı. İlk isteği öğretmene gidip şunu söylemekmiş: "Öyetmenim, Aytınoyuğa gidebilir miyim? Yoruldum da."
Annesi anlattı, ben güldüm.
Kadınlar arası Krallığı bitti çocuğun, kolay değil. O artık sıradan bir öğrenci.

İnek şeklinde bir kalemlik aldım, bayılmış. "Aba çok güseyyy." diye geziyor ortalarda.

Bu akşam iftarda annemdeyiz. İkiz kuzenlerle birlikte. Pijamalarla aneme gidememek bana tuhaf geliyor. Bu taşınma olayı beni hala biraz şaşırtıyor.

Hiç bir çocukluk arkadaşınızı büyümüş de kendi çocuklarıyla konuşurken izlediniz mi?
Size de tuhaf geliyor mu bu durum?

Geçen hafta Halide'de kendimi bunu düşünürken buldum ben.

Terasta iki küçük kız çocuğu olarak "Atkadehi elindennn" diye şarkı söylerken ki halimiz geldi aklıma. O zamanki yaşımızda olan bir kız çocuğu var onun. Kapris, ergenlik tripleri hepsi mevcut. Onları kapışırken izledim ve çok güldüm. Halidenin burnunu sıkmamak için kendimi zor tuttum. Çok sinirliydi çünkü.

Böyle durumlarda birbirinin çocukluğunu bilmek insana annelik duygusu ve merhamet veriyor.:)

Anaammmm deyip 40 yaşındaki o kadını dizine yatırmak ve saçlarını okşamak istiyorsun.
"Büyümüş de anne olmuş. Salak şey."

Yeterince daldan dala atladıysam kaçayım.

Malum:
Maymun da ağaçtan düşer...:)

Çok çok sevgiler...

6 Eylül 2008 Cumartesi

Kızkardeşler

Bir süre daha dinlenmeyi düşünüyordum.

Ama gecenin bir vakti bir kızkardeşimize rastladım televizyonda. Kalbinin temizliği sesine yansımıştı. Sanki yıllar evvelinden tanıdığım bir ses bana birşeyler söylüyordu.

Onurdan, kardeşlikten, güvenden bahsediyordu.

Hatta o kadar koruyucu, kollayıcı, anne merhameti ile dolu idi ki bu ses, bize:
"Yok yok üzülmeyin" diyordu. "Biz size her zaman güveniriz" diyordu.

O bizi teselli ediyordu.

Ececiğimle, mavilim'le, kıymetimle ilk kez konuştuğumda nasıl güzel duygular hissettiysem bu Hanımefendiyi dinlerken de aynı şeyleri hissettim. Dostluk, koruma, anne şefkati...

Ben ismini ilk kez duydum.

Sesini ilk kez duyduğum bu saygıdeğer hanımı kardeşim belledim.

Onun benden haberi yok.
Bunun da hiç bir önemi yok zaten.

Linke bir bakar mısınız rica etsem?

http://www.tenzilerustemhanli.az/modules/news/article.php?storyid=31

3 Eylül 2008 Çarşamba

Kendin yaz, ben okuyayım blogcusu gururla sunar

Bu kalbim kadar temiz sayfayı sana ayırıyorum sevgili okur.
Yazasım yok...
Aklıma bişi gelmiyor...
Sayfayı her açtığımda prensesleri görmek de istemiyorum...
E iş sana düştü sevgili okur...
Rica etsem tahayyül eder misin?
Konu serbest,
ve
istediğin sorudan başlayabilirsin...

nasılsınız prenses?

burdasaklanıyorcuğum dün Prenses Süreyya'dan bahsetmiş.

Bunlar da benim çocukluğumun ve gençliğimin Prensesleri...Arzederim...:)


Önce Monaco Prensesi Caroline...
Zerafet, dişilik, güzellik, hepsi mevcuttu bu hanımda. Hepsi...




Sonra Caroline'in kardeşi Stephanie...Onu da kısa bir süre sevmiştim ben...Gençti, yaşı bize daha uygundu ama fazla erkeksiydi. Bi de gider tuhaf, olmadık adamlara aşık olurdu. Ne biliim "az prensesti " sanki...:)




Aaaaa...Tabi Diana...Düğününü bile anbean hatırlıyorum, bana neyse...Ama tüm dünyaya canlı yayınlanmıştı, hatırlamamak imkansız gibi birşey. Çok masumdu, biri kucağında diğeri yanında iki küçük çocukla çektirdiği fotoğraf da hep aklımda. Güneş ışınları astarsız eteğinin içini göstermiş ve bu fotoğraf günlerce yayınlanmıştı. Asiydi, duygusaldı, yardımseverdi...çok prensesti sanırım...



Eski yüzleri görmek bana iyi geldi, bilmem ne dersiniz...

Bir de soru:
Kadınlar neden sever ki Prensesleri?



2 Eylül 2008 Salı

Küsüm ben sana

Eğer sevdiğim birine kırılmışsam bana ilk laf atışında, telefon açışında ya da karşılaşmamızda şöyle deyiveriyorum:
"Küsüm ben sana."
O da gülümseyerek diyor ki:
"Neden?"

Bu bir oyun.
Güzel bir oyun.
Ufacık tefecik kırılmalarda hep böyle yapıyorum ki konuşulsun...çözülmemiş birşey kalmasın. Akla takılanlar karşılıklı halledilsin...

Ama gerçekten kırıldıysam karşı tarafa...
susuyorum.

Ortadan kayboluyorum.

Karşı tarafı cezalandırmak mı? Belki birazcık. Tüm gıcıklıklarıma rağmen iyi bir dost olduğumu düşünüyorum çünkü. Ama sadece ceza değil, gerçekten kırıldıysam bu durumdan hiç hoşlanmamak da var işin içinde.

Yani gerçekten sevmişsem birini, hatıralar, paylaşımlar aklımdadır ki hep. Gerçek anlamdaki kırgınlıklar hepsini çirkinleştiriyor, değersiz kılıyor.

Hımmm ben hep yanlış anlamışım demek ki diyorum.
Aslında böyle imiş de benim yine salak tarafıma gelmiş diyorum.

O kişiyle karşılaşmak istemiyorum.
En azından birşeyleri kafamda çözene kadar.

Yine de tam anlamıyla hayatımdan çıkaramıyorum o kişiyi. Aklımda onunla konuşup duruyorum. Hesaplaşıyor, savaşıyorum.

Yine bu haldeyim.
Kim kazanacak bilmiyorum...