30 Ağustos 2008 Cumartesi

Bu yazıyı ikiye bölebilirdim ama hiç birşeyin bölünmesini istemiyorum ben...

Bir zamanlar...


Kocaman bir meydana açılan uzunca bir sokak. Yanyana müstakil, iki katlı evler.
Atalete gönderme: Hepsinin balkonları var ama evet...Çoğu dışarıdan görünmeyen iç bahçelere bakıyor. :)
Ön bahçeler yok, kapıdan dışarı adımını attığın an sokaktasın.

Çok az kişinin arabası var.
Dolayısıyla sokaklar tamamıyle çocuklara ait.

Çok çocuk var.
Hepsi bağırtılı, cıvıltılı, önlenemez bir neşe içinde.
Oyunla yatıp oyunla kalkıyorlar.

Bazı şeylerden bahsetmek hani neredeyse ayıp derecesinde.
İnanç,
köken,
sahip olunan para...

İnanç zaten herkesin paylaştığı ortak bir değer. En fazla çocukları ve kadınları merhamete ve daha iyi bir insan olmaya çağıran bazı hikayeler anlatılıyor, o kadar. Ezan sesini duyduğumuz anda toparlanıyoruz, bitene kadar radyo ya da televizyon sesini kısıyoruz. Bunları yerine getirmek bizim için mutluluk...saygı duyduğumuz bir inancımız var çünkü. Yazın gidilen Kur'an Kurslarında ne oluyor bilmiyorum, ben hiç gitmedim. Ama çok fazla dua ediyorum. Okulda tüm sureleri en iyi ezberleyen ben, dolayısıyla sınıfta Namaz kılma ödevi bana veriliyor. (Tatbiki öğretim gibi birşeydi sanırım.)

Köken...kendimiz dışında kimsenin kökenini bilmiyorum, çünkü bu konuyu da konuşmaya hiç ihtiyaç duymayız, hepimiz Türk'üz. Hatırladıkça hayret ederim bu konuyu ilk kez arkadaşlarımızla konuştuğumuz zamanı. Evliydim, çocuğum olmuştu. Yıllardır arkadaşlık ettiğimiz insanların evindeydik. İstanbul'da patlamalar olmuştu. İlk kez o gece: peki siz? diye başlayan sorular sormuş, sonra utanmıştık...Ama herkes kendi kökenini biliyor elbette ve yaşıyor, bu noktada bir sorun olduğunu hatırlamıyorum.

Para...Ne varlıktan bahsediliyor ne de yokluktan. Hayır hayır...bunlar elbette konuşuluyor ama durum bildirircesine değil. Sadece gerek olduğunda. Çocukların kıyafetine bakarak ailenin maddi durumunu anlamak biraz zor. Çünkü herkes aynı şeyleri giyiyor. Bakkallar o zamanlar sahte Cennet değil...ağzına kadar çikolata, şeker filan yok. Mahalledeki fırında enfessss sakızlı kurabiye pişiyor ama...Bir de tereyağlı kurabiye.
Fırıncı Amca sakızlı kurabiyeyi çırptığı yarım küre şeklindeki sanırım bakır kazanı yıkamaya sokak çeşmesine geldiğinde bütün çocuklar çevresine toplanıyor. O da sırayla çocukların o muhteşem kremadan almasına izin veriyor.:)

Palamut zamanı aynı fırında yanyana tepsiler, içinde palamut, soğan, domates karışımları...Her tepsinin yanında tebeşirle aile reisinin adı yazıyor.

Ya da güveç...Güveç kaplarının üstünde isimler var bu sefer de...

Yani herkes az-çok aynı şeyleri yiyor, aynı şeyleri giyiyor, ortak bir hayatı paylaşıyor.

Kapımızın tam önünde pazar kuruluyor.
Cumartesi Pazarı...

Sıcak günlerde küçük bir bidona su koyuyor annem. "Pişti insanlar, su dağıt isteyenlere" diyor.
Çıkıyorum, "Su ister misiniz?"
Tek tek dolaşıyorum.

Su alan herkes bana bir şeyler vermeye çalışıyor. :)
Küçük kelekler, meyva ya da yeşil nohutlar.
Hiii çok ayıp. Alınmaz ki öyle. Kibarca teşekkür ediyorum her seferinde. Ama sonra yoruluyorum, canım da kalıyor ikram edilenler de...:)
Bir kaç tanesini alıp eve geliyorum.
Annem beni görür görmez soruyor:

"O elindekiler ne?" "Su verdim diye verdiler." "Ne ayıp, ne ayıp...Duymamış olayım...Sen oraya karşılık beklediğin için mi su götürdün yani?"
Utanıyorum.
Aldıklarım birazcık zehir oluyor.

Mahallenin sorun çözme yötemleri var.
Kendine has, kanuna, polise, resmiyete gerek bırakmayan.
Diyelim hayırsız bir koca var...Karısını dövüyor filan. Ağzıyla da içmeyi bilen bir adam değil kendisi.
Önceleri karışılmıyor. Bir had sınırı var yani. Karı koca ipek, araya giren köpek şeklinde duruma uygun sözler bile var.:)

Ama o sınır aşıldığında mahallenin kuvvetli, sözü geçen ve başkalarını umursayan kişisi derhal olaya müdahil oluyor. (Bu genellikle babam oluyor.) Kadın kurtarılıyor, adam hizaya getiriliyor. Konuşarak, derdi var mı diye sorularak, varsa yardım edilmeye çalışılarak. Gerekirse korkutularak.

Kadınlar arasında kavga çıkar mıydı bilmem. Oluyordur mutlaka. Mahalle kavgası dene şey yaşanıyordur bizde de...Ama genellikle oyun oynayan çocuklar yüzünden çıkar bu kavga, yoksa kadınlar kendi aralarında geçinirler genellikle. Aksi yine çok ayıptır.

Mesela:
Mücella dövüyor beni.
Ağlıyarak Liseye giden ve gözüme dev gibi görünen Ayşen Abla'ma geliyorum.
Beti benzi atıyor, tut elimden diyor.
Mücellanın kapısındayız.
Ayşen Abla kapıyı çalıyor, kapıyı sümüklü Mücella açıyor.
Ayşen Abla suratına şırrak diye bir tokat indiriyor.
Ay nasıl mutluyum.
Sonra Mücella'nın annesi sokağın en Hanımefendi kadını olan Ayşen Ablamın annesine gelip bağırmaya başlıyor.
Nasıl üzülüyor kadıncağız: "Küçücük çocuğun aklına uydun, kadın kapımıza dayandı" diyor.
Annem yine kızıyor bana. E ama...ona söyleseydim:" Olsun, olur öyle şeyler arkadaşlar arasında" filan diyecekti.
Ohhh Mücella gününü gördü ya...

Yaz geceleri çaylar yapılıyor, sabah temizlenmiş kaldırımlara mis gibi kilimler atılıyor. Herkes dışarıda. Çaylar, muhabbet ve ohhh...çocuklar gece de oynayabilecek...

Çok güvendeyiz çok...
Allah Baba bizi seviyor.


Pat diye bitirmeliyim bu yazıyı.
Yoksa bitmez...

Sadece şunu söylemek istiyorum:
Ben o günleri, o insanları ve o Türkiye'yi çok özlüyorum.

27 Ağustos 2008 Çarşamba

:)

Hu Huuuuu...
üçtemmuzzzz...


Yeni yazı var mııııı?

Yokkk...

Mazeretim var...İzmir'den geldim...Sıcaktı, nemliydi, İzmir gibi güzeldi.:)

Vapur, Kemeraltı, Fuar...

Kalabalık, gülen insanlar, klima...

Gazoz, su, soda...

Nilüfer Turizm yolcuları arabamız bilmemne sistemiyle donatıldığından, cep telefonlarınızı ...

:)

Ev...

Yeniyle eskiyi buluşturan cümle: İnternet sahifem...:)

Bloglar, bloglar...

Görüşürüz canlar...:)

24 Ağustos 2008 Pazar

Köprüyü Geçmek

Bak yine oldu...
Yine bir şeyler geldi hiç beklemediğim anda...
beni yaşama çağırdı ve gitti.
Alakasız bir günde
alakasız bir saatte
televizyonu açtım
alakasız bir kanalı seçiverdi parmaklarım.
İşte yine yapmışlar.

Bir yerlerde yaşamaktan anlayan insanlar gizli.

Ortaya çıkıverdiler yine.

Yaşamaktan anlayan.
İddialı mı çok?
Belki.
Hem bu laf amaçlarına yakışmaz.
Yaşamayı anlamaya çalışanlar diyeyim ben onlara en iyisi...

Fatih Akın parmağı.
Evet.
Yine...
Köprüyü Geçmek...
İstanbul Hatırası...
Belgesel mi demeli buna
yoksa
yaşamın müzik aletlerine,
ses çıkaran herşeye
ve
insan sesine dönüşmesi mi?

Nasıl da bizden müzikler.
O kadar bizden ki...
Hani yalnız başımızayken karşılaşsak o şarkılarla, türkülerle
fark bile edemeyiz.
Çoğu zaman parmaklarımızın orada olduğunu farketmediğimiz gibi...

Ama bir "yabancı" nın önderliğinde
her nota,
her ses,
her söz
bizi bize anlatıyor.

Ben ikinci defa seyrettim.

İlk kez seyrediyormuşum gibi hem de...

Yeniden aşık oldum.

Orhan Gencebay'a
Hatasız Kul Olmaz

Müzeyyen Senar'a
Günah Benim Kime Ne

Sezen Aksu'ya...

Keşan'lı muhteşem Roman'lara

Sokak şarkıcılarına...

Yoksa en çok onlara mı?

Biri diyordu ki:
"Anlayamıyorlar bizi abicim. Biraz sesin varsa, biraz da elin yüzün düzgünse kaset yapman lazım, sonra döşe konserleri...Para kazan. Oysa biz yoldan geçene şarkı söylemek istiyoruz."

Vcd'si Dvd'si var mıdır bilmem bu öykünün.
Eğer varsa alıverin, olur mu?

Kendinizi hediyelendirin...

20 Ağustos 2008 Çarşamba

Bi rahat dur...

Telaşeli biriyim ben...Yürümem,hareketlerim, konuşmam hep hızlı hızlı. 2 dakka bakkala gidecek olsam bile kan-ter içinde kalıveriyorum...Gülerken de öyle...güleceksem bu hı hı hı şeklinde değil, hep gürültülü...

Konuyl ilgili bir dolu ismim var ailede...Telaşe müdürü, kurtlu peynir, çıfıt çarşısı...

Al işte...pilavı yakıyordum az daha...Bekle bi, pişsin, sonra yaz yazını...Hayır...aklıma geldi, hemen yazmam lazım...

Elimde bir dolu iş var...Aklım binbir yerde...Küçük iğnedenlikler için alınmış kumaşlar, süsler, bu hafta takmış olduğum seramik hamurundan süsler, yarım kalmış bir tığ işi, rengarenk ipler...kimi okunmuş kimi yarım kitaplar...
Azıcık azıcık hepsiyle ilgileniyorum...
Hepsiyle aynı odada yaşıyorum...

Düzenli sakin, soğukkanlı insanları da bu yüzden pek takdir ediyorum...Bu yaratılıştaki insanlardan da hep aynı şeyi duyuyorum..."Ne güzel, keşke ben de senin gibi olsam"
Hani saçı düz olanların dalgalı saç istemesi gibi...

Bu maymun iştahlılık ve aklımın binbir yerde olması çok tuhaf...Çünkü saçımın 1000 yıllık şeklini bile değiştiremem aslında. Sevdiğim insanları hep severim, yürürken bile aynı yolları kullanırım filan...

Bir de daha tuhaf birşey..."İlgilenirim" ben...
Sana ne, kendi halinde bir ev kadınısın değil mi?
Hayır işte...
Hangi gazeteci ne demiş, siyasi gündem ne, dünyada neler oluyor, matematik...
Hepsi "kendimce" ilgi alanımdadır...
İlgilenmeyeni duyduğumda şaşırırım, belli etmem ama...

Son zamanlarda şu Cern'deki deneye taktım, ödüm kopuyor mesela...Oturuyorum İnternete kim ne demiş, bizim konuyl ilgili bilimadamları nasıl öldürülmüşler...okuyup duruyorum.
Varacağım mantıklı bir sonuç da yok halbuki...Fizik bilgim.."Kar erirken soğuğunu havaya verir ve hava soğur" düzeyinde...
Ama yine de anlamaya çalışıyorum...

Hımmm...
Yazdıklarımı şöyle bir okudum...
Sonuç:
İnsanın kendini yazarak tanımaya uğraşmasına blogculuk denir...


Sevgiler...:)

19 Ağustos 2008 Salı

Şimdi şöyle

Merak edenlere:
Şöyle bir savaşçıydım...:)




Gülmeyin darılırım...

Bişey anlatacağım...

Benim Silkroad karakteri var ya...

Aylar sonra yeniden oynamaya başladım...

Dün ekranı açtığımda tüm paramın, eşyalarımın hatta köpeğimin çalındığını gördüm...

Anne oğul deliler gibi arandık hiç bir şey bulamadık...Şifrelerimizi ele geçirmişler...

Yani arkadaşlar benden feysbukta, msn'de saçma sapan bir mesaj alırsanız aklınızda olsun...Şifrelerim büyük ihtimalle ellerinde...

Böyle bir şey olursa beni bir haberdar edin olur mu?

17 Ağustos 2008 Pazar

Ordan burdan...

Pazarrrrr...:)
Öğlen vakti kahvaltı etmek...
Ben sanki erkenini yapıyor muşum gibi...:)))

Arkadaşlar, misafirim gelecek bugün...
Taaa çocukluğumdan beri arkadaşım olan F. Hanım...Nam-ı diğer küçük eşeğim...:)
Karşılıklı evlerde yaşadık önce, sonra Ankara'da yurtta oda arkadaşlığı...
Şimdi Kapadokyalar'da yaşıyor...oralardan ziyarete gelecek...

Çocuk gibi giyindim...Askılı bluz altına krem rengi kumaş şort, saçlarımı 2 at kuyruğu yapmayı düşünüyorum, gülsün biraz...kek yaptım, fırına attım, çok sevdiği mercimek çorbası akşamdan pişti.:)))

Blogla -kendi blogumla yani- çok alakam kalmadı bu aralar...Canım bişey yazmak istemiyor.
Bu iyi birşey...genellikle sinirlenince yazıyorum çünkü...:)

Durumlar böyle...
Hepinize iyi Pazarlar...:)

Kumum bak bu yazıya da kızarsan...boşverrr dersen....küsücem artık....İşte bak hiçbişey karışmayabiliyorum...:;

16 Ağustos 2008 Cumartesi

Çok şaşkınım ilk kez savaş tadıyorum...Tadı kötüymüş...

Bir büyük ulusal kanalda savaş haberlerini izliyorum.
Büyük bir "şaşkınlıkla", üstüne basa basa, döne döne aynı haberi veriyorlar.
Ruslar ele geçirdikleri Gürcü donanmasının gemilerini batırmış...
Tekrar söylüyorlar aynı şeyi...
Sonra tekrar...

Huuu huuuu...
Orada kimse var mı?

Abicim biz buna "savaş" diyoruz.
Ve savaş böyle bir şey...
Hiç bir ülke gencecik evlatlarının sırtına silah verip, başka bir ülkeye gezmeye göndermiyor...
Belki ölecekler...belki öldürecekler...
Savaş dediğimiz şey bu...
Onun için bu kadar korkunç...
Onun için bu kadar ürkütücü, dehşet verici...


Ben bu "Mars'tan yeni geldim, dolmuştan şimdi indim, Sulatanahmet ne tarafta" gazetecilerine normalde gülerim...
Ama bu savaş be arkadaşım...
Komik olmayın...

Ortalığı da germeyin bence...
Bu savaş topraklarımızdan uzakta kalsın...

Umarım bütün insanların güvende olduğu, kardeşçe yaşadığı günler gelir...
Bugün Kandil...O topraklardaki Müslüman kardeşlerimizin de Kandilleri huzur içinde geçer umarım...

Ama birazcık ciddiyet be...

14 Ağustos 2008 Perşembe

Ehi...:)

(Mümkünse bu iki cümle İçinden Tramvay Geçen Şarkı'daki Hümeyra'nın tonlamasıyla okunsun, please, please, please...)

Od-da nes-si ?

Kimm-llerd-de gell-mmiş?



Ay benmiymişim bu?
Ay evet benmişim...
Gelmişim sayfama...
Kurulmışum yeniden....

İnternet benim için vazgeçilmez bişi olmuş...bunu anlayaraktan gelmişim...
Hepinizi de çok özlemişim...

Öperim en sevgi dolusundan...:)

11 Ağustos 2008 Pazartesi

?

Bu sayfayı seviyorum...Önceki bloglarımı da sevmiştim gerçi...-hepi topu 3 taneler- ama bu sayfa blogspotun sokaklarında kendine kuytu, samimi, meyva ağaçlı, bahçeli, çiçekli bir ara sokak buldu gibi geliyor bana...
Gizlendim...
Rahatladım...
Sevdiğim komşularım var.
Farklı açılardan aynı bahçeye bakan dostlar...

Göremediğimi gösteren,
farkedemediğimi farkettiren dostlar...

Hayatımdaki yerleri çok değerli hepsinin...

***

Aklımda neler var?
Neler yok ki?

Büyük Abi'nin sözünü dinleyip hem Osetlerin hem de sonuçta kendi canını yakan Gürcistan...
Putin...
Onun resimlerini ilk gördüğümde eşime:
Bu adamın gözlerinde farklı bir şey var demiştim...
O da her zamanki gibi onaylamış ama söylediğimi pek de ciddiye almamıştı...

Bitmiş, ölmüş denen dev bir ülkeyi canlandır, yeniden ona buna kafa tutacak hale getir...
Olmayacak iş değilmiş meğerse...
-Sanki bu konuda yeni bir örneğe ihtiyacımız mı var bizim, bakınız Kurtuluş Savaşı-

Ben bu savaşta bizim basının ilgisine şaştım en çok.
Bosna'da çok canlar gitti mesela.
Çoook bizden canlar...
Kadınlara tecavüz edilip, hamile bırakıldılar, o çocuklar dünyaya gelene kadar o kadınları salıvermediler ki o çocuklar doğsun...
Doğsun da o analar ölümlerden ölüm beğensinler...Evlatları olan bebelere baktılar...onların dünyaya nasıl geldiğini hiç unutamadılar...
Ben o zamanlar basında böyle bir ilgi alaka hatırlamıyorum.
Belki bir kaç sniper dehşeti, uzaktan çekilmiş, görüntüler, tarihi köprünün yıkılışı o kadar...

Ya da diğer Kafkas halklarının yaşadığı zulümlerde yıkılan bir ev, öldürülmüş insanların yana yakıla anlatıldığını da...

Irak'ta olan biteni de tamamen 3. şahıslar olarak izliyoruz...izletiliyoruz...

Bilmem, an-la-ya-mı-yo-rum...

Gürcistan'ın başlattığı savaşta onların ateş ettiği yerlerin görüntüsü hiç gelmedi ekranlara...geldi de ben mi kaçırdım, olabilir...
Ama sanmıyorum...Çok ilgiyle izledim tüm kanalları...

Benim, bizim anlayamadıklarımızdan yeni bir dünya kuruluyor, görüyor musunuz?

8 Ağustos 2008 Cuma

Pek sevgili blog kardeşim

Bunlar boncuklar, minik çiçek ve kurdelalar...:)



Bunlar da marifetlerim...:)



Mini mini blogcuk...

Bak sana haberlerim var...

Renklere kardım ben yine...:)

Dün öyle güzel kumaşlar aldım ki şaşarsın...
Sonra bir "boncukçumuz" var , oraya gittim....orası benim hayal evim...kurdelalar, boncuklar, fistolar, çeşit çeşit mini obje...

Kendimi kaybettim blogcuk...

Yine...

Her beğendiğimden aldım, hepsini beğendim...

Demek ki en çok beğendiklerimi almışım...:)

Sonracığıma başka boncukçuya gittim. Orada sevimli bir genç kız vardı... Dükkanda kimse yoktu.

Herkesle hemen sohbet ederim ben, bilmez misin?

Neler neler konuştuk...

Sevdim o kızı...çünkü bana "Nasıl birşey bakıyorsunuz?" demedi...

Bir dükkanda bana böyle sorulduğu an kaçarım ben...korkarım böyle bir soru soran insandan...

Ne alacağını bilen insana da mesafeli yaklaşırım...

Renklere geldim ben, nasıl bir şey baktığımı nasıl bilirim?

O boncuk bu kumaşa uyar, bu kesinlikle uymaz ama çok güzel, almalıyım, ......aaaa o kurdela bana gel diyor filan derim...

Subjektif müşteriyim ben...

Ben seçmem: o beni seçer...:)

Aşık olursam alırım...

E insan kime aşık olacağını seçebiliyor mu?


Ağzım kulaklarımda anneme geldim...Yürü Bilge'ye dedim...

Bilge depresyonda...

Ay, kim değil ki...Hangimiz iyiysek diğerini toparlıyoruz...

Kapı açılır açılmaz sus dedim...

Bak neler aldım...

Şunlara bak da kendine gel dedim...

Foşurt diye döktüm boncukları, kurdelaları...

Sonra her birinde "Baaaakkkk" deyip kumaşları çıkardım tek tek...


Gülümsedi...

E demiştim iyi gelir diye...

Gece boyu minik iğnedanlıklar diktim...

Her birine aşık oldum...

Ay, yine... Evet...

Ortak bir bloga yazı yazmamı istedi bir sevgili arkadaş, onu da yazdım...

Bak sana bile laf yetiştirdim...

Bişey unuttum ben ama neydiiii....

Haaaa....daha kahvaltı etmedim...:)))

Onu da yapayım tam olsun....

Renkler renkler I love you...

6 Ağustos 2008 Çarşamba

***

Sıkıcı olmasını göze alıp hayatı, çocukları, otu böceği ne kadar sevdiğimi anlatan yazılar yazıyorum bazen...Bu hislerim gerçek ve bildim bileli öyleydim...Bir zamanlar çok sık seyahat ederdik. Gerçekten çok sık...Başakların büyüdüğünü gördüğümde bereketli olmaları için dualar ettiğimi hatırlıyorum. Durmadan dünyanın ne kadar güzel bir yer olduğundan, gökten , denizden, herşeyden büyük bir keyif aldığımı da hatırlıyorum.

Hayatımdaki tüm insanları çok seviyordum...

Ailem zaten tamam...

Akrabalarım...Anne tarafı, baba tarafı...Ablalrım, abilerim, kahkahalar, dedikodular, küçük entrikalar, güzel yemekler, yine kahkahalar...

Hayatıma kendi katkılarımla eklediğim arkadaşlarım...

Ah arkadaşlarım...
Ne kadar da önemliydiler benim için...
Herbiri gözümde birer sanat eseriydiler.
Zeki, iyi kalpli hepsinden önemlisi dost canlısıydılar.
Azdı sayıları gerçek dostların ama olsun...
Hep beraber olacaktık.

Zaman içinde eşimle hayat şartlarımızın yükselmeye başladığı zamanlar geldi. Arkadaşlarımız hiç değişmedi...Hep aynı insanlarla ki onlar birbirlerini tanımazlardı bile, yaşamaya devam ettik. Düşünüyorum aralarına yeni insanları pek katmamışız. En azından kimseyi aynı şekilde sevmemişiz.

Sonra bizim açımızdan işler karıştı. Hayatımızda epeyce olumsuzluk yaşadık. (Bu blog yazarı geçer bu konuları tanıyanlar bilir) :)
Cidden zorlandım.
Aynı mağrur ifadeyle yürümeye devam ettim ama...
İçim parçalandı.
Her neyse...

Bu sevgili dostların birer birer gidişini gördüm.
İnsanlardaki değişim beni hiç bu kadar şaşırtmamıştı.
Karşımda sanki hiç tanımadığım bambaşka insanlar vardı.
Ama ben aynı insandım.

Bir tanesinin kalbini ben kırdım.
Ona bile kızgınım.
Korkmuş bir kedi yavrusuna yardım amaçlı bile elinizi uzatsanız sizi tırmalar.
Belki korktuğu,
Belki daha fazla kırılmak istemediği için...
Her neyse...

Başlarken başka şeyler anlatmak istiyordum...
Gez göz arpacık...
Yani...
El beyin kalp...
Bana bunları yazdırdı.
Belki de bunları yazmaya ihtiyacım vardı kimbilir...

Kıssadan hisse beklemeyiniz...
Ne kıssayı anladım...ne hisseyi...
Gözlerim hala boş bakıyor...

Ufo görmüş masum köylü tadındayım...

Ben insanlara güvenimi kaybettim, hükümsüzdür...

3 Ağustos 2008 Pazar

Pek sevdi ben onu

Hayat,yaşamak, yaşama sevinci, kahkaha, gülümsemek, paylaşmak, baş okşamak, sırt sıvazlamak, birbirinin gözyaşını silmek, cesaret vermek, yol açmak, aklını başına getirmek, övmek, kızmak,ara bulmak, çakırkeyf olmak, koşmak, pişti oynamak, zeytinyağlı bamya pişirmek, soğuk limonata, çilek reçeli, patlıcan turşusu, cam silmek, toz almak, çay bahçesi, gönül vermek, gönül almak, aşık olmak, türk kahvesi, doyasıya gülmek, güvenmek...

Yaşıyoruz abicim...
Farkında mıyız?
Öyleyizdir öyleyizdir...

Korkuyorum Anne isminde bir film.
Bir Türk filmi...
Bana bunları yazdırdı...
Yukarıdaki herşey filmde yok...
Ama yaşamak var...

Aynı şeyleri Fatih Akın filmleri de yaşatmıştı bana.

Temmuz'da...
Yumuşacık, neşeli, pembe...

Sonra Duvara Karşı...
Sert, tutkulu, tokat gibi...

Köprüyü Geçmek...
Eh ne de olsa Fatih Akının el değirmişliği var...
İçim coşmuştu izlerken...

Ececiğim söz vermiştim sana film yazmayacağım diye ama
Korkuyorum Anne bana sözümü azıcık bozdurdu...
Olur mu?

Ne diyon hemşerim...:P

Kafası karışık, biraz sinmiş, biraz ürkmüş, anlamaya çalışıp anlayamayan, anladıklarını içine sindiremeyen bir kadının tuşlarla dansı...


Eskilerden bir reklam:

Ne biç-çim lastik bu?
(Hatırlayan var mı? Fisk...:) )


Nispeten yeni bir reklam:

Değişmeyen tek şey değişimdir...


Pek yeni bir reklam:

Bir gofret ya da çikolata için payetli hatun elbisesi giymiş genç delikanlı...
Metinde cesaretten dem vuruluyor...


Bunlar da ne diyen sevgili okulara mani'li cevap:

Kaşın şifre gözün şifre
Seni çözmek için şifre müdürü mü olmalı?

(Var böyle bir mani, gerçek yani, uydurmadım.)