29 Eylül 2009 Salı

deniz, küçük kız ve panter

çok işim var. koşturup durmam gereken zamanda bacon'ın sayfasına baktım ve çocukluk anılarım canlanıverdi.
durduramadım.
Tanaşa, Valtonoz, Liman Kampı.
Dantel gibi koylar, gerçekten çok mavi bir deniz, köpeğimiz Panter ve ben...
Üniversiteyi yeni kazanmış ben.
Çok soru işareti var kafamda.
Üzgünüm, endişeliyim, mutluyum.
Hayatımda ilk defa kendimi büyümüş hissediyorum.

Kızgınım da çok.
Nedenini anlatamam.
Geçti gitti.

Hava kararmaya yüz tutmuşken...
ama hala da aydınlıkken aslında...
Panter'i alıyorum yanıma, deniz kıyısına gidiyorum.

Panter, asıl Panter değil...
Yani İlk köpeğimiz Panter deli bir kurt köpeğiydi.
Sadece babamdan çekinirdi.
Bir gün ben onu sevmeye çalışırken...
üstelik o anda babamın ellerinin arasında olmasına rağmen.
gözünde bir anlık ışık yanıp söndü.
elimi ona uzatmıştım.
başına dokunacaktım.
sevecektim.
bana alışsın istemiştim.
gözünde ışığı gördüm.
dişleri tak etti.
inanamadım.
ne kadar açık bir düşmanlık.
gizlemeden.
pis serseri.
babam çok kızdı Panter'e.
ben Panter'i ömrümün sonuna dek sildim defterden.

Ama yukarıda anlattığım Panter, o değil. Panter3.
Torunu bu vahşi köpeğin.
inadına sevmelik.
inadına kuzu.

Hatta bir gün...
tepedeki çadırımıza çıktım.
galiba gizlice sigara içecektim.
sevmelik Panterciği karşımda buldum.
Tuhaf şeyler yapıyordu.
bir bana koşuyor, bir arkada durmakta olan köpeğin yanına gidiyordu.
Arkadaki köpeğe baktım.
kim ki?
aaa...Kırtay Motel'in köpeği.
Bizim Panter utanmıştı.
Meğer aşıklarmış birbirlerine...



Neyse...hikayeye dönelim.
Üniversiteye gidecek minicik kız, yanına köpeğini almış akşam vakti deniz kıyısına gidiyor.
.
.
.
Panter'le uçurumun kenarına oturduk.
Manzarayı anlatmaya gerek var mı?
Lacivert deniz Bandırma'ya dek ayaklarımızın altında uzanıyor.

Çok oturduk orada.
ben çok düşündüm.
Panter de düşünmüş müdür acaba?
Sonra şarkı söyledim.
Bağırarak şarkı söyledim.

Kendimi yeni hayatıma hazırladım.
Ertesi gün yola çıkacaktım sanırım...
Panter güzeldi.
dosttu.
Deniz şahaneydi.
benimdi.
o deniz her zaman benim olacak.

Bundan güzel hikaye olur mu?

24 Eylül 2009 Perşembe

çay kahve

tamam, peki.
dağıldım biraz.
bunun psikolojide adı ne bilmiyorum
ama
içimden geçenleri söyleyemiyorum.
söylediklerim mırıldanmalar sadece.

bazen de
insanın sadece kendisinin duyması gereken şeyler vardır ya hani,
sadece kendine söyledikleri...
ani tepkiler.
onlar ağzımdan çıkıveriyor.:)
beni çok zor durumda bırakıyor.
gülüyorum.:)))

çok sevdiğim biriyle konuşurken bile
kendimi kontrol altında tutmaya çalışıyorum.
bazen patlıyorum ama.
ona dökülüveriyorum.
karşımdaki korkuyor.:)
üzülüyor, şaşırıyor.

gördüklerim, yaşadıklarım, dinlediklerim...
anne hikayeleri, çocuk hikayeleri, insan hikayeleri...
tüm bunların arasında normal kalmaya çalışıyorum.
beceremiyorum.

yeter...

güne uyandım.
pırıl pırıl bir sabah. buna sevindim.
ışığa ihtiyacım vardı.

üstelik biraz iznimiz var. bugün yola çıkacağımızı düşünüyorduk, dün öğrendik ki haftaya kalmış yolculuk.
İnşallah.
Buna daha da çok sevindim.:)
evim ve ben iki ybancıydık epeydir. seviyeli bir ilişkimiz vardı.

yani arada bir şöylesine toz alıp, süpürüveriyordm kendisini.:)
sevmeden, bağ kurmadan.
acaba kendisiyle yakınlaşsam mı diye düşünüyorum şimdi.:)

koşturmadan, yetişmeye çalışmadan, bir süredir görmediğim sevdiklerimi göreyim diyorum.
sokağa çıkayım, yavaş adımlarla ama huzurlu yürüyeyim.

böyle işte.
dedim ya anlatmayı beceremiyorum.:)

13 Eylül 2009 Pazar

aşk

Geçen hafta bizim apartman insanlarıyla yemeğe gitmeye karar verdik. İtiraf ediyorum ilkinde o kadar eğlenmiştik ki kimsenin canı evde yemek istemiyor, mümkün olsa her akşam o restoran senin bu restoran benim deyip gezeceğiz. Yemekler nasıldı, servis hangisinde daha iyiydi muhabbetini yapmak için bile buna değer.:) Her neyse, üstümde ilk defa giydiğim bir beyaz bluz var. Bendeniz esmer kişisine pek yakıştığını söylediler.:) Annemin evinin kapısından çıktığımda İlker merdivenleri birer ikişer atlayarak yanıma geliyordu. Aniden beni gördü: " Abaaa...Bu dok dık..."
Türkçesi: "Abla bu çok şık."
Ha ha haaa...

"Gel elimden tut" dedi.
Elele tutuştuk, yürümeye başladık küçük insanla.

Çok kalabalığız, doğal olarak kümelere bölünmüş durumdayız, kümeler sürekli eleman değiştiriyor ve yürüyoruz.
Herkes birbirne laf atıyor, filan.

Yürürken bu aniden durdu yine:
"Dimdiiiiiii....ben sana asık olsam..."
Gözlerim hayretle büyüyor:
"Ne diyosun sen velet? Eeee?"
"Du bidakka...ben dimdi sana asık olsam...sen köpyüden geçsen...köpyü yıkılsa..."
"Ne köprüsü, ne diyosun yavrum sen?"
"Köpyü yıkılsa....ben elimi uzatıp seni tutsam..."

N'olur bana söyleyin, bundan daha güzel bir aşk itirafı duydunuz mu?
:)))

"İlkercim, yavrum, seviyo musun sen beni?"
"Dok."
(çok.)
"E, evlenelim o zaman biz." (dünden razıyım hayret bişey.)
"Evyenelim."
"sor bakalım Ahmet Amca'na ne diyecek?"

Hafif çe korkarak ama biyandan gayet kendinden emin bir şekilde yanımızda yürüyen Ahmet'e soruyor.
"Evlenebiliy miyim Ünta Abamla?"
Ahmet gülerek höttt! diyor. :)))

Gördüğüm en pasif agresif velettir İlker. Gülüyor, gözlerini kısıp, sesini alçaltarak Ahmet'e sanki şakaymış gibi gayet sert cevaplar veriyor.

Çok eğlendik biz o gece...Dönüşte kuzum Umutuma bir doğumgünü partisi yaptık hatta. Dans ettik, deli gibi zıpladık.
Bu arada not:
İlker'in annesi Bilge, gayet gıcık bir kaynana olacağa benzer...İlker'in bana düğün hediyesi olarak vereceği ev ve araba sözlerine çok bozuldu. "İki dakkada sattın anneni, tüh sana " bile dedi.:)))

Yani...hülasa...
anladım ki gerçekten seviyorsan eğer...
sevdiğin zor durumdaysa onun elinden tutuyorsun...
başka hiç bir şey düşünmeden...
Vakte ihtiyaç duymadan, düşünmeden, düşünemeden.
onun elinden tutuyorsun...

Gerisi yalan...

11 Eylül 2009 Cuma

Hayrettin Dedeciğim iyi ki varsın

Ak sakallı dedeciğim Hayrettin Karaca akşam Siyaset Meydanı'ndaydı.
Dedeciğim diyorum, çünkü ben O'nu dedem olarak görüyorum.
Tonton, akıllı, görmüş geçirmiş, durmadan okuyan ve ömrünün büyük bölümünü doğa'ya adamış bir Dede.
Ne zaman televizyona çıksa, susar izlerim.
Bana geçmişten birşeyleri hatırlatır.
Artık sisli imgeler arkasında kalmış, gittikçe uzaklaşan, güvenli, güzel, haysiyetli günleri.
Bu nedenle O'nu dinlerken çıt bile çıkarmam.

İsterse Bandırma'daki çocukluk günlerini anlatsın, isterse ağaçları...farketmez...dinlerim.

Dün akşam söylediklerini duyamayan, dinleyemeyen varsa diye azıcık hatırlatmak istedim.

O korkunç selde kaybettiğimiz şeyin aslında tarım topraklarımız olduğunu söyledi.
Rakamları duysanız inanamazsınız.
Ben de buraya yazmayacağım, istatistikle sıkmayayım canınızı.

Ama dünyada, özellikle canımız Türkiyemizde tarım alanlarının gittikçe daraldığını, verimin düştüğünü ben bilmiyordum. Bu derecesinden haberim yoktu.
Yağmur yağdığında suyu emecek toprak lazım, toprağın olması gereken yerde binalar ve asfalt yollar var.
Yazın bir damlasını bile harcamaktan imtina ettiğimiz su, kendini o yollara vuruyor, denize akıyor.
Beraberinde...üzerinde domates, biber, meyve yetiştireceğimiz toprağı da alıp götürüyor.

Açlıktan ve kıtlıktan bahsetti.
Kıtlığın ne korkunç bir şey olduğunu örnekleriyle anlattı.

Bizim ufak şehrimizde bile...
yeni imar bölgeleri en verimli arazilere açıldı.
Gelişen iki yeni mahallemiz var, ben 42 yaşındayım, çocukluğumda hepsi tarlaydı.
Çok verimliydiler, babamdan duyardım.
Birisinin altından yeraltı gölü başlıyor, ilerideki köylere kadar gidiyor.
Buralara 7 katlı evler diktiler.
Depremde o evlerden birindeydim.
Çok lüx bir apartman dairesinde oturuyorduk.
Duvarlarımız çatladı, içeri yağmur suları girecek kadar.

Doğa bize "oraya ev yapma, buğday ek" diyordu. Yeni yeni duymaya başlıyorduk o sesi.

Hiç aklımıza gelmemişti:
Bu şehirde belki de binlerce yıldır yaşayan atalarımız ovaya hiç ev yapmamışlardı.
Bütün evler ve yaşam alanları şehrin dik, tepeli bir yamacındaydı.
Hiç sormamıştık kendimize:
"O insanlar haşa aptal mıydı?"
Niye evlerini yokuşlara, dik tepelere yapmışlardı?

Şimdi o tarım alanlarının üstünde yeni iki koca mahalle var. Durmadan gelişiyor.
Bir de Sanayi Sitesi var.

Ve ben doğayla neden kavga ettiğimizi anlamıyorum.

Bu yazı can sıkıcı olabilir. Ukalaca bir yazı olarak nitelendirilebilir. Okurken aklınızdan "zaten biliyorum" lafları geçebilir.

Ama biz ne yapacağız?
Nasıl yaşayacağız bu şekilde?
Canım burdacığımın yazısındaki gibi...o yazıdaki haklı feryadı gibi...
Artık dertlenmiyeceğiz bile, öyle mi?

Birazcık bilim, birazcık akıl, birazcık fikir hepimize....

4 Eylül 2009 Cuma

bu da öyle bir yazı

İnsan cinsinin yazar kısmına hayranım.
Harbiden yazar olanlarına tabi.
böyle kelimelerin coşarcasına aktığı sayfalara, roman, hikaye karakterlerinin dellenip dellenip birbirine ettiği laflara...aforizmalara.
yenilmelerine, zaferler kazanmalarına, aşkı buluşlarına ve sıradan hayatlara.
Yazar kısmının o karakterlere kattığı "ben"lerine en çok.
o en hassas, en gizli yaşanmışlıkları paylaşıvermesine.
hayranım...

ki başımıza aynı şey gelirse ne yapmamız-yapmamamız gerektiğini bize önceden söyleyiverirler.
şaşıp kalırım.

Bir üst derecesi var bu hayranlığımın, şairler.
paylaşmanın kaymak tabakası.
aşkını, öfkesini, deliliğini, özlemlerini, en bencil duygularını anlatan insanlar.
gözüne sokmak için değil, olduğu gibi, kendiliğinden.

Turgut Uyar'ı seviyorum.