30 Aralık 2008 Salı

Hoşgelmişsin

Valla çok bir isteğim yok yeni yılla ilgili. Bu yılımı sevdim ben. Umarım "2008 güzeldi çok, 2009 onu aratmadı dedirtir heppimize..." :)

Sevgiler arkadaşlar...:)

28 Aralık 2008 Pazar

Uçarım, kaçarım, konarım

Yabancı dizilerde son moda malum; uçanlı kaçanlı diziler. Ben öyle diyorum onlara.:) Özel yetenekleri olanlar, tuhif adalara düşenler, uçmayı hala akıledemeyen tıfıl Süpermen, ghostların peşine düşenler, ha bi de filmini sevdiğim ama şimdilerde modası geçmiş bir ulusalcı ;) olarak gıcık olduğum Sarah Conor'lar filan...:) (Malum dizideki bilgisayarın adı Turk imiş.)

Hele bu yetenek meselesi nasıl abartılı. İnsan kendini -çok pardon- kabız misali sıkıp istediği zamana-mekana ışınlanan tipleri gördükçe dolmuş beklemekten haz alıyor. Ha haaa...Şimdi aklıma geldi, anlatayım:
Kardeşimle, çok sakin bir arkadaşı arabada oturmaktadırlar. Bir iki uçak geçer. Sonra bi tane daha. Arkadaşı havaya bakıp bakıp şöyle der:
-Abi bu ne ya? Bi havada bu kadar mı uçak olur?
:)))

Ha işte al misal Hereos'u. Kafanı kime çevirsen yetenek. Sigarasını parmak ucundan çıkan alevle yakan mı istersin, karşısındakinin düşüncelerini okuyan, uçan, görünmeyen, ışınlanan...aklına ne çeşit gelirse.
Holivud sana sesleniyorum, bi dizide bu kadar yetenek fazla. Bir müddet sonra sıkıcı oluyor. Tiyo vereyim, Seinfeld'i filan bundan dolayı seviyorduk biz. Hiç bir şey hakkındaydı ya hani. Cramer'ın evden içeri dalışını şu sümsük kahramanların toplamına değişmem ben.:)
Neyse, bu hızla Gazman'a filan gelmeden konuyu kapatayım.:)))

Aaaaaaa...Ama...
Şimdi mümkün olsa hani böyle bi yetenek, ne isterdiniz ki? Yani nasıl bişey alırdınız?
Ben kendiminkini düşüneyim, sonra yorum ederim...:)

24 Aralık 2008 Çarşamba

blogcum

TRT 2 dinliyorum.
Sabah...
Çay demlemişim.

Şarkılar çalıyor.
Yumuşacık pop şarkılar.

Beni geçmişe götürüyor...
Arada bağıran ve kendini bizi neşelendirmek için yoran sunucu sesleri de yok.

Ben düşünmekteyim...

21 Aralık 2008 Pazar

Zorla hatırlatılanlar

Rahmetli Babacığımın 4 kardeşi vardı. 3 kızkardeş ve bir abi...En küçükleri babam...Ama babaannem en çok amcamı severdi...
Dedelerimin ikisi de çok genç yaşta vefat etmişlerdi ama anneanne ve babaannemi tanıma mutluluğuna eriştim.
Çocuktum, kıymetlerini yeterince bildiğimi düşünmüyorum ama anlattıkları az sayıdaki savaş anısı aklımda.
İkisi de Marmara ya yakın köylerde yaşıyorlarken, gencecik yaşlarda evlenmişler.
Farklı köylerdeler, onu belirteyim. Sanırım arada kuş uçuşu 30 km. kadar vardır.

Önce anneannemin hatırası.
Rahmetli çok güzel bir kadındı. Beyaz tenli, masmavi gözlü...o kadar maviydi ki gözleri herkes asıl adını unutmuş, Maviş Teyze derdi...
İnsancıllığını bana hatırlatan masum anılarım da var.
Çocuklarının birinden diğerine giderken şekr çikolata götürmesi, onları koynunda taşıması ve genelde o çikolatların torunlara erişene kadar erimesi...:) Canım benim...:)
Ya da evde bir örümcek gördüm diyelim..."Ananeeee...örümcekkkk...dev gibiiii..." diye kendimi yırtıyorum.
Hemen gelir, "Aaaa künah yavrum künah...Peygamber Efendimizi kurtardı o." der eliyle yumuşacık tutar örümceği ve camdan dışarı bırakır.
Öldüremez...
Öldüremez.
Öldüremez.

Ananem tazecik bir yeni gelinken köylerine Yunan askeri gelir...Haberi alan köylü...ki zaten sadece yaşlılar, kadınlar ve çocuklar var köyde...telaşe içinde koşturmaya başlar.
Ananemin kayınvalidesi genç gelini için çok endişelenir. Nerey saklasam diye düşünür. En son yüklüğü açar...Mis gibi yatakların en altına ananemi yatırır.
Üstüne kat kat yatakları döşer...
Askerler gelir...Eve girerler.
Orayı hatırlayamıyorum: Yani süngü darbesiyl kontrol ettiler mi yüklüğü? Ama arkaraından Kemal 'in askerleri gelmektedir, aceleyle kaçıyorlardır, fazla arayamazlar ortalığı ve defolup giderler...

Bu hatıra ise Babaanneme ait.
Kucağında ilk çocuğu var.
Amcam. Yeni doğmuş bir bebecik..
Demek ki aynı zamanlar ya da bir kaç gün öncesi...
Onların köyü daha kuzeydoğuda. Yine haber geliyor Yunan askerleri köye girmek üzere.
Yaşlılar, kadınlar, çocuklar elele kaçıyorlar.
Nereye mi?
Bir dereyatağına...Sazların arasına...
Askerler yaklaşıyor...
Amcam bebecik...
Ağlamaya başlıyor.
Köyün büyükleri sesleniyor:
"Fatma boğ bebeği."


Bir Çerkes köyü orası.
Bir büyüğün söylediğini dinlememek akıl alır şey değil.
Babaannem amcamı suya batırıyor.
Tam boğulacakken dayanamayıp sudan çıkarıyor...
Tekrar...
Tekrar...

Evet babaannem en çok amcamı severdi...
Allah koruyor ananemi de babaannemi de amcamı da...
Ama öldürülmüş küçük çocuk hikalyeleri de dinledim bir kaç tane...
Ki benim büyük gönüllü büyüklerim, unutulsun isterdi bunlar...
Unutulsun...

Unutmamıza izin vermiyorlar, kahretsin...
Kendi hafızamızı zorluyorlar, biz de hatırlayalım diye hatta...
Kahretsin oyunlarını...
Amaçları belli...
Ama bo oyuna gelmeyeceğimizi anlamıyorlar...

Kimseden özür dilemiyorum ben...
Özür dileyecek bir şeyim yok...
Kimseden özür de beklemiyorum...
Pis oyunlarınızı alıp s...gidin...

20 Aralık 2008 Cumartesi

***


Canım hiçbirşey yapmak istemiyor bugün...
Dün gece bir yazı eklemeye çalıştım...Mayaca-Türkçe, Kızıldrilice :) - Türkçe ortak kelimeler vardı içinde.
Yok düzgün aktarmayı beceremedim. Kelimeler karıştı birbirine...
Yazı o yüzden yok sayfada..
Merak eden olursa Vikipedi'den Maya Uygarlığına şöyle bir bakabilir.
Bir Cumartesi günü kim böyle bir şeyi merak ederse artık...:)
Yeni bir yazı olsun sayfada diye konmadı bu resim...sıcacık renkler, çok hoşuma gitti...
NOT:
Blogcudaki sevgili arkadaşlarım, bilgisayarım Mozilla'mı yedi...explorer nedense blogcu sayfalarını açmıyor...Formatlanacak pc. O zamana dek kusuruma bakmayın...Sayfalarınızı ziyaret edemiyorum...


17 Aralık 2008 Çarşamba

Merak edenlere durum bildirimi...:)

Yoktum ben bugün...
Ohhhh...
Farkettim ki nerdeyse 15 gündür çarşıya çıkmamışım...
Ohe diyoruz kendimize...a yerine e bilerek yazıldı...Kabalıkta da bi sınır var hani diyerek...:)

İyi, herşey yerli yerinde duruyormuş meğer. Çarşı yani...Bir koşturmaca, hava kapalı, insanlar akın akın bi yerlere gidiyorlar bencileyin...Bir arkadaşım aradı, kuafördeyim gel dedi. Biraz onunla lafladım.

Ve eve döndüm...
Blogu açtım.
Gördüğüm yazıyı sevmedim...

Bu yazıya yazacak yorum bulamayacağınıza göre serbestsiniz arkadaşlar...
İçinizden ne gelirse...:)

16 Aralık 2008 Salı

Bir başvuru hikayesi...ya da kadın kadının kurdu mu ki






Geçen ay bir işe başvurdum.
Öyle özel yetenek gerektiren bir iş filan değil üstelik.
Masa başı, azıcık bilgisayar bilgisi isteyen bir iş.







Başvuru formuyla işyerine gittim.
Görüşmem gereken Beyefendi o anda meşgul imiş beklemeye başladım.

O ara bir hanım geldi, diğer çalışanlara konuşuyor bir yandan.
Yaşı az çok benim kadar.
Aslında bu tip kadınları tanıyorum, giyimiyle, kullandığı kelimerin seçimleriyle oldukça klişe biri...
Hı hı evet, gözünüzde canlandı sanırım.







Beklediğimi görünce yanıma yaklaşıp sordu, niçin beklediğimi.
Kibarca söyledim.
Formu elimden alıp tamam dedi, ben ilgili kişiye iletirim.
O birakaç saniyelik konuşmanın sonunda anladım ki
hayır bu iş olmayacak.






Yaşım bu iş için fazla büyük geldi hatuna.

40 yaşındayım. :)
Bugüne kadar 40 yaşında olduğumu bana hissettiren ilk konuşmaydı bu.
Çünkü ben her an 40 yaşında olduğumu düşünerek yaşamıyorum hayatımı.:)))







Üstelik biraz fazla minyon olmaktan dolayı yaşımın farkına varmam gereken durumlarda bile pek umursamıyorum bunu.:)

Yolda gazoz kapağı filan görünce onu ayağımın ucuyla tekmeleyerek yürürüm filan...:)






Pek üzüldüm ben bu işe sevgili arkadaşlar.

Görüşmem gereken kişiyle görüşemediğim için...bu birincisi...
Bana işle ilgili tek bir soru sorulmadığı için. bu da ikincisi...
Ve
Geçmişimdeki 10 yıllık iş tecrübesi,
ya da kişisel özelliklerim dikkate alınmadığı
hatta hiç merak edilmediği için...







En çok da bu suçu işleyen bir kadın olduğu için...

Çok üzüldüm.

15 Aralık 2008 Pazartesi

ikinci yazı bugün...

Yenile yenile yenmeyi öğrenir mi insan?
Yenmek için güçlü olmak mı lazımdır hakkaten?
Nedir peki güç?

Cehenneme giden yolların taşları iyiniyetten yapılmış.
Öyle diyorlar.
Sonra bir de "Sen hayra yor" diyorlar.
Hangisi?

Zafer ne? Muzaffer kim?
Neyi kazandın, kaybettiğin ne?

Züğürt tesellisi var bir de...
Pembe, süslü laflarla bezeli.
Sonra hayatın gerçeği karşına çıktığı an dağılıp gidiveren.

Kızgınlığımı gülücüğe çevirmeyi öğreniyorum.
Yılgınlığımı, enerjiye.
N'oluyor?
Neresindeyim hayatın?
Hayatta mıyım?
Bilmiyorum.

Aaaa kızgınım. Bu iyi bir şey mi?
Hayat blirtisi belki.
İşe yarasa bir de.

Bu şifreli yazılardan bıktım. Ama dökemiyorum içimdekini.
Höh be kardeşim nasıl bi kendini kontrol.
Belki de değil...belki korkudur sadece.

Elimi değdirmek istediğim denizler vardı.
Sesini duymak istediğim yabancılar.
Zıplamak istiyordum.
Sanki sadece debeleniyorum.

Terbiyenin de içine edeyim, suskunluğun da.
Desem iyi gelir belki...

Ben sana hayran

Hayran olmak ne güzel duygu...İçinde saflık var, masumiyet var, gelişme arzusu, büyülenmek var...

Türk Sineması'nın şaşaalı dönemini anlatırlardı bazen annem ve babam...İnsanların gazino kapılarını kırdığı Zeki Müren Konserlerini ya da tersinden hayranlığı: Erol Taş'a Susuz Yaz filmi sonrası atılan taşları...

Ben Kaçak'ı hatırlıyorum, Zengin ve Yoksul'u...Falconetti'ye olan kızgınlığımı. Jr ve Dallas'a girmeyeyim dünyadaki temel değerleri kökünden bozan furyanın başlangıcıydı sanırım. Bizi Desperate Housewife'lara getiren furyanın başlangıcı...:)

Ajda Pekkan'ın bir röportajını izledim Cnn'de. Bana bu yazıyı o röportaj yazdırıyor.

Konsere çıkmasına 1 hafta kala yaptığı hazırlığı anlattı da...niye hala sahnede böylesine parladığını anlayıverdim...

Yılmaz takipçilerinden biri değilim buna rağmen müthiş saygı duydum.

Bir yazara, filme, bilim adamına ya da devlet adamına hayran olmak insanın içinde bir yerlerde yaşam düğmesine basıyor sanki.

Onu harekete geçiriyor.

Hayran olmak için önce kendini unutman lazım.

Kendini terbiye etmen, her soruya O ne derdi acaba diye düşünerek cevap araman lazım.

Aşık olmak bile hayran olmakla başlamıyor mu ? :)

Dağıttım konuyu evet, toparlayayım...

Bugünlerde hayranı olduğumuz ne az sanatçı var...ya da bilim adamı...aklınıza kaç kişi geliyor?
Peki devlet adamı?

Kaçı hayatta aklınıza gelenlerin?
Yani şu an içinde bulunduğumuz dertlere çözüm bulabilecek durumda?

Ki insan biraz da bundan hayran olur bir başkasına. Ona daha iyi bir yaşam imgesi sunduğu için...

Kuvvetli kelimeler duymayı arzu ediyorum ben son zamanlarda.

Kuvvetli kelimeler, inanç, kararlılık, eeehhh yetti be diyen güvenli bir ses...

Bu durmadan vızıldayan, mızmızlanan, birbirini suçlayan, kötüleyen, düzelmez abi diyen sesler kesiliversin istiyorum.

Herkes bi toparlansın şöyle, haddimi aştım, sahi benim haddim neydi diye sorsun istiyorum.

Yeni bir melodi, bağırmayan buğulu bir ses, farklı ama aslında gözümüzün önünde olanı gösteren bir film istiyorum.

Yazmaya aşık bir yazarın aklından çıkmış, sayfalarını nefes almadan çevirdiğim bir kitap okumak istiyorum...

İstiyorum...


Not:
Başlarken ne anlatmak istediğimi az çok biliyordum ama sonra yazı kendini yazdı...Affola...

13 Aralık 2008 Cumartesi

üçtemmuz bildiriyor

Bir film seyredilir de bloga yazılmaz mı...

Issız Adam, Osmanlı Cumhuriyeti, Mustafa derken...ben hiç birine gidemeyip Arog'a gittim blog.

Gora'daki gibi yerlere düşmedim gülerken ama güldüm.

İyi ki varsın Cem Yılmaz dedim film bittiğinde. Bizi o kıllı adamların komiklik olsun diye bu halkın insanını yerden yere vuran tiplemelerine muhtaç etmediğin için iyi ki varsın.

Gönlümün yıldızı hala Metin Akpınar-Zeki Alasya- Ferhan Şensoy- Müjdat Gezen-Peter Sellers- Zaz ekibi evet...

Ama iyi ki varsın.

Bir komedi filmi çekip altyapıda Türk Sinemasının ustalarına selam çaktığın için...arka planda hep neden geri kaldığımızı, baskıcı düzenin insana neler ettiğini sorduğun için...her ortama, her zamana ayak uydurabilen ortalama bir Türk insanının uzaylıyı bile ayrım gözetmeden sevdiğini, kendinden kabul ettiğini gösterdiğin için iyi ki varsın.

Sadri Alışık hayranlığına ise şapka çıkarırım...

Sorar ya O "Bu da mı gol değil Hakim Bey?" diye...

Gol olmuş abicim...sağolasın...:)

12 Aralık 2008 Cuma

Kum+üçtemmuz

Şimdiiiiii...
Üfff ne çok şey var yazmak istediğim.
Dün Kum buradaydı. Kumhavuzu yani.:)
Ben hala şaşkın durumdayım. Yazınca daha inanılır hale geliyor durum, benim için.:)
Geleceği saati biliyordum, evimizin hemen dibindeki durakta onu beklemeye başladım.
Terminalden gelen her araca tavşanlar gibi kulağımı gözümü uzatıp helecanla bakındım.:) Buralarda komacan bir kadının yapınca dikkat çekeceği bir dolu çeşit hareket yaptım.:))) 3. Arabada eyvah tanıyamadık mı birbirimizi yoksa diye düşünüp, içeri dalıp Kummmmmmm diye bağırmaya karar vermiştim ki...bana el sallayan ve gülen bir kadın gördüm. Evvet O.

Yaaa güzeldi...(Umarım onun için de öyle olmuştur.) O kadar çok konuştuk ki ben yine çayları tazelemeyi, kül tabaklarını dökmeyi unuttum.
Hatta yaptığım tatlıyı bile ikram etmemişim...
Kum, bişey kaçırmadın, söyleyeyim. İlk denememdi...İçinde ceviz bulana ödül verdik...O derece..::)))

Sanırsam Ep-met Bey biraz fazla çalışmak zorunda kaldı. :) Ama halinden çok memnun söyleyeyim...İki arkadaşımı tanıdıktan sonra blogumu daha çok desteklemeye karar vermiş durumda.

Kumla o güzel muhabbetimizde beni sonradan en çok güldüren şey farketmeden birbirimize çantalarımızı açıp gösterdiğimiz an oldu.:))))

Sonra bunu evdekilere açıkladık.
"Fotoğraf çekmiştik. Bloga koymuştuk. Sobe şeysiydi. Aslında normal bişi..."
derken farkettim:
Arkadaşlar biz bu bloglarda fazla dökülüyoruz, söyleyeyim bak.
Valla.
Ama şahsen hiç şikayetim yok.

Sizleri kazandığım için çoook mutlu hissediyorum kendimi.:)


Bugün ailecek bir Edremit gezisi de yaptık. Dönüşte turşu gibi uyumuşum, pek hoşuma gitti.

O yüzden bu yazı bu kadarcık olsun.

Kum, ben örgüme dönüyorum canım...
Sevgiyle öperim...:)

8 Aralık 2008 Pazartesi

:)

Herkesin sıhhati, keyfi yerindeyse zaten her gün Bayram insana.
Ama Müthiş bir telefon trafiğinin yaşandığı, zillerin durmadan çaldığı, kapının önünde biz geldikkk diyen dostların olduğu Bayramları seviyorum ben.

Dün mesela taa İstanbullardan bir blogcu dost kalkıp geldi bize.:)Yol boyu telefon konuşmalarımız blog rumuzları üstünden sürüp gitti...Telefonlarımızı bir dinleyen varsa kesin bizi de "kon- kon" taifesine kattılar dedik.:)

İlk Karşılaşma:
Y amüthiş birşey.
Sadece yazılarını okuduğun, sesini bile duymadığın ama az çok nasıl biri olduğunu, hangi konuda ne düşündüğünü bildiğin biriyle yüzyüze gelmek.
In ı nı nııııın...
:)

Hiç yabancılık çekmedik. Saatlerce konuştuk. Çay içtik, benim yaptığım çakma keki yedik. (Aslında pandispanya hamuru ama valla güzel bak.)
O kadar çok şey konuştuk ki kısa bir ömür özeti gibiydi.:) Tam hayal ettiğim gibi.

Çok güzeldi.
Onu tanıdığım için çok mutlu oldum.

Dostlar hepinizin Bayramını kutlarım...Neşeli, sağlıklı, keyifli Bayramlar dilerim...
Umarım hep böyle güzel tanışmalar, filizlenen sevgiler getirsin bize...:)

6 Aralık 2008 Cumartesi

Bloglar aşkına

A aaaaa...Nasıl bişey bu ya?
Sorarsan temizlik yapmaktayım sevgili blog. Sorarsan.
Sorma yani...

İki koşturuyorum, sonra n'olmuş bloglarda deyip gelip bilgisayarın başına oturuyorum.:)

Bahanem de hazır:
Ocakta çay vardı.
Bir de sigara içsem fena olmaz.
Zaten sıkıldım.:)))

Alperin müthiş hikayesi, ataletimin kadınları derken tüh...sigara bitti...
görev zamanı deyip yine içeri gidiyorum...

Yani şu durumu bile paylaştım ya, yuh deyip gidiyorum.

Hadi bana kolay gelsinnn.:)

5 Aralık 2008 Cuma

terelelli pictures gururla sunar


Bu da nessi? demeyin...
Kafam bozuk...
Moralim yerlerde...
Kaçmak lazım.
Bu sefer aşk gemisine kaçtım.
İzlediğimiz her şeye inandığımız
Hayatın pembiş bişey olduğu günlere kaçtım.:)

Bir de gayet alakasızca Kaptan Onedın'ı tekrar seyretmek istediğimi anladım.
Nasıl favorileri vardı o adamın, hatırlar mısınız?
Dur bi gidip bakayım google'a resim var mı?

Ha haaa...buldum ayol...Vallahi hizmette sınır tanımıyorum ben sevgili blog.
Favorilere baksanaaaaa....


Kendime not:
Bir daha sakın gece saat ikiyi geçtikten sonra yazı yazma...

3 Aralık 2008 Çarşamba

Çok sıkıcı bu yazı...söylemedi demeyin sonra...

Neden iyi geçinmek lazım diğer insanlarla? Dolmuşta, çarşıda, plajda her yerde karşımıza çıkıveren, tekrar görme olasılığımız bile olmayan insanlara neden sabır göstermeliyiz?

(Ben bu aralar giriş gelişme sonuç yapamıyorum. Kafam çok yorgun. Pat diye dalıyorum mevzuya, kusuruma bakmayın, olur mu?)

Ben bunu hiç beceremezdim eskiden. Düzeni -kendimce- bozan herkes benim için bir söylenme vesilesiydi. Sanki ben eğitecektim karşıma çıkan o kişiyi. Lafı gediğine koyma denen o şeyden yapmayı da pek severdim.

Yok, artık öyle değilim.

Hem hızla geçen yıllar hem de yaşadığım bazı durumlar gerçeğin görünenden çok farklı olduğunu gösterdi bana.

Şimdi bu konuya nerden geldin derseniz: Bu akşam yine Yemekteyiz programını izledim ben. Yetiştirme Yurdu'nda büyümüş genç kadına, bu durumdan haberi olmayan ev sahibi konumundaki gencecik bir kız aile terbiyesi eksikliğini hatırlatınca ipler koptu.

Zaten ailesiyle büyümemiş olan genç kadın, üzücü şeyler yaşadı.

Henüz 21 yaşında, kendine güven tantanası modasına uyup, kamera önünde 4/4 lük yemek hazırlama ve misafir ağırlama işine kalkışan genç kız baltayı taşa vurdu.

Öyle ya: İlla ki altta kalmamalıydı.
İlla ki cevap yetiştirmeliydi karşısındakine.

Çok basit aslında: Huzur da, uyum da çok basit.
Lokantada kahkahalar atan o kadın aslında rol yapmaktadır belki.Mecburdur. Bilemeyiz neden...
Gerçekten çok düzgün giyinmiş o Bey az önce işinden ayrılmış olabilir.
Trafikte saçma sapan hareketler yapan biri belki de kötü bir sürücü değil: Hastaneden geliyor, hastaneye gidiyor ya da eşiyle ciddi bir kavga yaşadı az önce.

Hem öyle olmasa ne olur?

Ben çocukken sanırım bir Alman kanalının hazırladığı bir ilkyardım programı yayınlanırdı Tv'de.

Bir bölümü hiç unutmadım.
Diyelim denizde boğulan birini gördük. Hemen yardıma gitmeliymişiz.
O kişi berbat bir şaka yapıyor olabilirmiş.
Yani belki de gerçekten boğulmuyor, bakalım kim yardıma gelecek diye kendince küçük bir eğlence düzenlemiş olabilirmiş.
Diyordu ki programda:
Bunu düşünerek yardıma gitmezseniz eğer ve sonuçta o kişinin gerçekten boğulduğu ortaya çıkarsa seçiminizden pişman olmaz mısınız?


Biraz alttan almanın kimseye zararı yok.

Üstelik o "biraz" sayesinde yaşam çok daha güzelleşir sanırım.

Üfff...çok sıkıcı oldu yazı.

Herhangi bir insanla attığım bir kahkahayı çok seviyorum ben. Bende olanı paylaşmayı. Sevmeyi, sevilmeyi...Hayat başka ne ki?

Aramızdaki uyumu kaybetmek beni çok ürkütüyor.

üstüme gelmeyin, tamir ederim...

Şöyle derinnn bir mevzuum yok bugün sevgili okuyucu.
Günlük uğraşlar kategorisinden bişey anlatacaklarım. Amacı filan da yok. Çerez niyetine...:)

Bulaşık makinamın kapağının öntarafında şişeler var idi. Bu kapak açılınca da, cihazın ısı ayar düğmeleri şişeye denk gelmiş ve öylece kalmış. Sadece yüksek ısı ayarı çalışıyor günlerdir.
Kaç kere gidip makinenin orasına burasına baktım. Yapabilir miyim, denesem mi diye düşündüm durdum.

İş çıkarmaktan çekinip vazgeçtim hepsinde.

Dün, akşam saati dürttüler beni. Feysbuk dürtmeine benzemiyor bu, gittim alet kutusunu aldım, önce uygun tornavida bulup ön kapakta bulduğum bütün vidaları söktüm.
Salak kapak ummadığım yerden açıldı.

Ben sanmıştım ki (iç tarafta vidalar) gri metal kısmı çıkarınca istediğim panele ulaşacağım.
Ama ön taraf pat diye düştü aşağıya.

Hadiiii...Ülen içinde bulaşık da var şimdi, olay da beni aştı.
Bahsettiğim panelse -uzay gemisi kalkanı mübarek- açılmasına imkan yok.

Yeterince zorlayıp, kapağı makineye dayadım, vidaları bir tabağa koydum, pehhh deyip içeri gittim.

Ahmet Bey geldi. Ha ha diye güldüm ona. Kaç gündür gülmüyorum pek sevindi. :) Sonra elinden tutup mutfağa götürdüm. Dağılmış makineyi görünce "Yaptın di mi?" dedi. "Anlamalıydım o şeker gülümsemeden."
"Aaaa aklıma bile gelmediydi" dedim...
Nasıl yalan...:)

Kapağı takacağız fakat fazladan 2 parça var elimizde.
"Sen dokundun, bozdun işte." dedim. "Ben kapağı yerine koyduğumda o parçalar yerinde duruyordu."
O da bana "yuh" dedi.
Üstelemedim.

Parçalara ait olabilecek en uygun yeri göz kararı seçtik.
Ve de kapağı monte ettik.

Makine çalıştı...
:)

Hala yüksek ayar ısıda çalışıyor ama en azından çalışıyor.

Pişman mıyım...hayır.
Yine olsa yine yaparım...
:)

Beni bir gün elimde tornavidayla görürseniz...
kaçın...:)

1 Aralık 2008 Pazartesi

blogcu kaprisi

2 gün yazmasam şu bloga aaaa nekolaylıkmış, yazmayayım bundan sonra diyorum.

Doz aşımı durumlarda, kapatıvereyim şu blogu diyorum.

Kesin kapatmaya karar verdiysem eğer, aklıma yazacak bin tane şey geliyor.

Mühim mi yazacaklarımın hepsi?
Hayır.


Sırtımdan yük atar gibi yazıveriyorum. -bazen-

Fazla dökülüyorum. -bazen-

Söylemek istediğim şeyin özü hariç herşeyi yazıyorum. -bazen-

Sonra bir de "öbür bloglarda ne olmuş" sorusu aklımı kemiriyor.

Bir bakmışım şu arkada bıraktığım harfleri yazmışım bile.

Blog.

Sen bir nesin?

:)