30 Haziran 2009 Salı

V

İlginç bir adam bu.
V yani.

Filmi izlediğimde V'lere boğuldum. Orijinal seslendirme şiir gibiydi.
Görüntüler de öyle.

Çizgi romanıysa ayrı bir alem...filmle arasında farklar var ama tabi ki daha derin.

Çzigi romanların, kitapların insanın hayal dünyasını tetiklemesine, beslemesine bayılıyorum.
Hep de sevdim.
Süt çocuğu Tom Miks'le başlayıp, Zagor'a, Tom Braks'a, Mandrake'ye uzanan o yol çok zevkliydi.

İlkokuldayken okuldan yaka paça dağınık, yanaklar elma kırmızısı şeklinde gelip -artık o gün kiminle koştuysam ya da kiminle kapıştıysam, yakapaça hep dağınıktır- derhal eskiden her evde bulunan çift saplı küçük alüminyum tavayı alır, içine 2-3 yumurta kırar, yanına da azıcık salça ilave edip, derhal masaya kurulurdum.
Yanında çizgi romanlarım.

silah sesleri zıp zıp şeklinde yazılırdı. Buna çok gülerdik.:)
Mr No bir numaramdı elbet. "Ama O dayak da yiyoooorrr..." savunma cümlesi dilimizden düşmezdi.:)

Dün oğlumun aldığı V for Vendetta'ya baktım. Dayanamadım, epey de okudum.
Elbet bizim çizgi romanlarımızla alakası yok.

Bütün bir toplumun ortak toplum tanımlamasına inat, tek başına bir adamın farklı doğrular, farklı tanımlamalar gerçekleştirmesi.
He, Matrix gibi.

Maalesef ki...bunları tarafsızca incelemekten uzağım.
Belki 40'ı devirmek, belki anne olmak, belki son yıllarda yaşadıklarım...
benim şahsi "kahramanlık" duygularımı almış götürmüş.:)

Kafamdaki sorular azalmış.
Bazı cevapları bildiğimi sanır olmuşum hatta.
Sorumluluk duygusu mu bunu getiren?
Bilmiyorum...
Bir evi çekip çevirmek gerekliliği, yatırılacak faturalar, ödenecek taksitler...

Çocukluğumdaki küçük kızın hayallerindeki dünyanın fersah fersah uzağındayım.

Hangi ara gerçekleşiverdi bu, bilmiyorum.

Gençleri ve çocukları seviyorum.
Bana yeniden hatırlatıyorlar unuttuklarımı.
Yapmak istedikleri ne çok şey var, ne çok soru soruyorlar, ne çok şey merak ediyorlar.
Sonra işte aniden...

İş bulma kaygısı geliyor, aşık olacaklar belki ve evlenecekler filan...

Yıllar sonra ellerine bir köşede bir çizgi roman geçecek...kendi çocukluklarındakinden farklı bişey...
Düşünecekler...

Büyümeyen çocuklar var bir de...
Evet M.Jackson mesela...Steven Spilberg ya da Tarantino...
Şahsi fikrim: bizden Ezel Akay...

İlk aklıma gelenler...

Onların kurduğu hayal dünyasını seviyorum. İçinde kaybolmayı...Yeniden küçük bir kız olmayı...

Ya bir de alakasızca şunu söyleyeceğim...
Hiç bir yere kaçmak istemeyen, kendine sığınak inşaa etme gereği duymamış insanlar vardır hani.
Ciddi, ağırbaşlı, sorumluluk sahibi.
Ben onlardan korkarım.
Evet.

Bu gereksiz laf salatasını okuduğunuz için teşekkürler.
Olayın özü şu: Yaşlanmışım uleynnn...:)

28 Haziran 2009 Pazar

Murat Bardakçı...etkisinde bir yazı...

Neşemiz keyfiniz sıhhatimiz yerinde olduğunda
ve eğer evdeysek
Cumartesi ve Pazar akşamlarının özel bir yeri var eşimle gönlümüzde.

Sanırım Fatih Altaylı'nın ısrarlarıyla televizyonda program yapmayı kabul eden Sn. Murat Bardakçı'yı izliyoruz.

Dün gece uyumaya gidebildiğimde saat sabahın 4'ü idi.
Bu gece yine Teke Tek de onlarla sabahlamayı düşünüyorum.
Tuhaf...
İçim heyecanla ve huzurla doluyor.

Tuhaf, çünkü bir Tv programı için bunları hissetmek bana da garip geliyor.
Tuuhaf çünkü...
Ben tarih sevmem.
İlgimi çeken noktaları olsa bile bu konuda çok kabiliyetsizim.
Ne zaman bildiren tarihleri, ne kişileri aklımda tutabilirim.
Olayları birbirne azıcık çattırabiliyorum...ama o kadar.

Fakat...
İzlerken nüveler aklımda kalıyor.
İçimde kendine yer açıyor.
kafa karışıklıklarımı neşeli kahkahalarla kovalıyorum. sanki aklımdaki pislikler temizleniyor, yerleri temizlemişim, tozları almışım, bir de üstüne camı açmışım da rüzgarla kımıldanan perdenin arasından içeriye temiz hava doluyormuş gibi geliyor...

Ben batı dünyasının heyulasından sıkıldım.
azametinden yıldım.
Tümden reddetmiyorum hayır, bunu yapsam insanlığa olan inancımı kaybetmişim demektir ki...
bunun gerçekleşmemesi için dua ediyorum sürekli.

Ama tek yönlü bir bilgi akışı artık beni benden aldı.
na şurama kadar geldi.
Evet, şu an boynumu göstermekteyim.:)

Ney sesi istiyorum.
Yakında karşınıza kaftanla gelesim var.
Bu derece.

Temizlenmek istiyorum.

Tek katlı bahçeli bir yığma evde oturmak, bahçesindeki erik ağacının altındaki sedire uzanmak, tulumbadan su çekmek, o suyla domateslerimi sulamak istiyorum.
Mahallemdeki herkesi tanımak...
hastası olana geçmiş olsuna gitmek...
sokaktaki fırına bir tepsi kurabiye yollamak...
gelirken de kokmuştur şimdi...göz hakkıdır deyip
tepsinin yarısını dağıtmak istiyorum.
O fırına güveçler yollansın her evden...
Babalar akşam eve gelmeden önce, çocuklar koşup, elleri yanmasın diye sofrabezlerine sardıkları güveçleri eve getirsin istiyorum.
ortalık mis gibi koksun.
Şükredilsin diliyorum.

Kapı cam açık uyunabilsin...
herkes birbirinden emniyette olsun...
evlenmemiş mahalle delikanlıların derdi tüm mahalleye düşsün...kız aransın...
düğün dernek kurulsun...
yeni doğmuş bebelerin kulaklarına ezanla isimleri üflensin istiyorum.

programdan aklımda kalanlar var...
Mesela diyelim evi yanmış yaşlı kadınların Padişaha kafa tutuşları:
"Sen ne biçim Padişahsın, bak evimiz yandı" deyişleri...
Padişahların bu büyük nenelerimize gık bile demeyişleri, eksiklerini tamamlayışları var...

Hatalar var yanlışlar var...çok güzel doğrular var...
Her olayın kendi zamanının getirdiği şartlarla değerlendirilmesi gerekliliği var.

Duran, düşünen, "ağır ve sakin" adamlar var...
Doğunun "miskinliğiyle" dalga geçenlere inat...düşünen ve bilginin ona gelmesini bekleyen, imanlı yürekler var.

Bir ev gördüm Tv'de...bir ilçede...
dedim ya hatırlayamam ki...hangi ilçe, kimin evi...
ama o evi unutmam...
O evin o zamanki sahiplerini rahmetle anmayı da...

Ev dediğim bir konak...
Arka tarafında mutfağı var...arka bahçeye açılan...o tarafta cam yok.
yani arka kapıdan gelenin kim olduğunu evdekiler göremiyor...
gelen kişi ihtiyacı varsa boş tabağını dönen raflara koyuyor.
Raf içeriden döndürülüyor...ve az sonra dolu olarak dışarıya gönderiliyor...
Veren kim bilinmiyor...
alan kim bilinmiyor...

Ben bu inceliğin karşısında göz yaşlarımı tutmakta zorlanıyorum.
Mutlulukla...

Çok içli yazı oldu...
oluversin...
Sevdim...:)

26 Haziran 2009 Cuma

veletlerden bir velet :)

Ne zamandır aklımdaydı, yazamamıştım. Hem şu sinir bozucu yazı değişsin sayfada, hem de azıcık gülün isterim.:)

Benim eski evimdeki komşumun oğlu İlkerciği eski dostlarım bilirler. Yeni okuyacak olan için anlatıvereyim. Velet büyüdü, bu sene anasınıfını bitirdi Maşallah.

Biz eski evden, ev sahibinin "ben gelip oturucam" demesiyle taşındık Bu şehre göre de azıcık uzağa gittik. Dolayısıyla bu velet beni çok özlüyor.
Onunla beraber silkroad oynayan, beraber "akyep" kesmeye giden skill kasan biri kalmadı tabi ortalıkta.:)
Ev sahibimize aylardır etmediğini bırakmamış. Kapısının önünden geçerken, kadıncağızı gördüğünde "Oyası abamın evi" diyormuş. Cevaben "ama artık ben oturuyorum" lafını duyunca da "Zaten kapısı eski" diyormuş.

:)))Ne demekse. Ben onun gözünde güzel kapılı evlere layığım demek ki.:) Canım yaaa...

Bana sözler veriyor.
"Sana ev aycam aba."
"Al İlkercim."
"İki tane aycam."
"oooo harika, tamam, olur."
"3 tane alayım?"
"al ülen."
böyle böyle 9'a kadar çıktık bir gün. Mahalle benim oldu yani.

Annesi kıskanmaz mı?
"Oğlummmmm...büyüyünce evlenicen sen...evlerin hepsini Üns. Ablana alırsan karın napıcak"
"Yuh" dedim cevaben. "Bize ne elin kızından, hayret bişey. hem 10. yu da alır İlker."

Ne ise...
Bu, hala aynı apartmanda oturan anneme gidip dert yanıyormuş sürekli.
"Neneee....abamı özyedim ben. yemeğe gitsek ona bigün."

Annem bana bunu anlatınca, ufak çapta mangal organizasyonuna giriştiğimiz bir gün annemi aradım.
Ona söyle, isterse gelsin dedim.
Daha sonra İlkeri de aradım.
Önce annesiyle konuştuk.

"Valla parka gidecektik Üns. Dur sorayım isterse size gelsin" dedi.
Telefonu kapadık.
Aradan 10- 15 dakika geçti.
Telefon çaldı. İlker in sesi ama nasıl ağlıyor.

"Abaaaaaaa....ühüüüüü....ben şize geyemiycem."
"Ya yavrum du bir. Tamam gelme. ama n'oldu onu söyle bakayım bana."
"Abaaaaa....size geyememmmmmm...çünkü....gelmeyi istemiyoyummm..."

Ha ha haaaaaaa....
Çocuk olmanın getirdiği dürüstlüğe aşık olarak dedim ki:
"Abacım tamam gelme, parka git. Sonra gelirsin bize.":))))))

Ya kıyamam, gönlü parkta kalmış. n'apsın.:) Ama İlker tarihine bomba bir laf daha eklemiş oldu, n'apalım.:)))

24 Haziran 2009 Çarşamba

İzmir-İstanbul karayolundaki eziyet

şu çok sevdiğim blogcuğumu mümkün olduğunca negatiflikten uzak tutmaya çalışıyorum.
ama imdat diye bağırasım var.
hatta daha fazlası var da, okuyacak dostlara ayıp, olur, susayım.
ama azıcık şikayet edeceğim baştan söyleyeyim.

hayatın bir dolu zorluğunun içinde pembe bir gözlük takıp etrafa öyle bakmaya, her şeyden hoş bir anlam çıkarmaya uğraşıyorum. ama bugün delirdim.

bugünkü ilacımızın derhal vücuttan atılması lazım, tamam mı? 3 adet üremeteksan iğne yapılıyor bu nedenle, bir kaç saat arayla, bol su içilecek, o su derhal atılacak. durum bu.

saat 2'de hastanemizde 2. iğnemiz yapıldı, suyumuzu içiyoruz, eyvallah.
son iğne saat 18 de. onu da açık bırakılan damar yolundan ben yapıyorum.

O saate kadar beklemeyelim eve dönelim dedik.
Biletimizi saat 3'e ayırttık ki 6 da evde olabilelim.
Yoksa hareket halindeki araçta iğne yapılamıyor elbet.

Araca bindik, şehrimize 45 dakika kala otobüs durdu.
N'oluyo? Neden? derken yol kapalı dediler.
Ha?
herhalde 15 dak. falan sürer dedim.
Saat sanırım 5 civarıydı.

Arkadaşlar o araç kaçta hareket edebildi biliyor musunuz?
!9:00' u epey geçerken.

tekrar ediyorum. çok su içeceğiz, o suyu derhal vücuttan atacağız.
Bugün kemoterapi almışız.
İğne filan yolda vuruldu.
su içilmedi anasını satayım.

Bana bunun hesabını kim verecek?

Binlerce insan yolda.
Hiç abartmıyorum gidişli gelişli yolda binlerce insan kımıldayamıyor.

Otobüste tuvaleti gelen yaşlı teyzeler dağ tepe tırmanıp tuvalet ihtiyaçlarını gidermeye çalıştılar.
Yol kasaba yolu değil.
İstanbul-İzmir yolu...

Biz 3'te hareket eden otobüsteydik.
Saat 2'de hareket eden hatta hatta
saat 1'de hareket eden arabaların önümüzde beklediğini yolda öğrendik.

Kim lan bunun sorumlusu?
Bu nasıl iş be?
Nasıl keyfiyet?

Özel araçları olan çoğu insan geri döndü, dönebildi.
Biz kaldık.

Arkadan yetişip akrabalarını otobüslerden toplayan bir dolu insan gördüm.

Ya o otobüs firmalarına nasıl izin verirsiniz?
Yolcularını uyarmadan nasıl yola çıkartırsınız?

Çok kızgınım çok...

9 Haziran 2009 Salı

anlardan biri

Keyfim yerindeyse...

Yaz akşamları balkona bir kova su dökmeyi seviyorum.
Başlarda çok terbiyeliyim. Üzerimde capri eşofmanım, penye bluzum, ayağımda minik terlikler hızla hareket ediyorum. Suyu doldur, balkona getir, süpürge neredeydi? Sonra ilk suyu masanın üzerine döktüğümde, o su yavaşça yuvarlanıyor, masanın kenarlarından balkonun gün boyu güneş altında kalmış sıcacık taşlarıyla buluşuyor. Aniden ısınıyor.

Bir kaç damla su ayağıma değiyor.
Çok hoş.

Dayanamıyorum bu davete, terlikler ayağımdan foraaaaa....
Ahmet sevimli sevimli sırıtıp beni izliyorsa açıklama yapıyorum:
-Caprimin paçası ıslanıyordu da...

Tanır beni. Diyor ki:
-Hadi canım sen de. Yapmazsan olmazdı biliyorum.:)

-Üff, hadi işine diyorum.

Sonra şap şap balkon yıkıyorum.



Bu anlatılmaya değmeyecek bir şey midir?

Tekrar düşünün bakayım.:)

6 Haziran 2009 Cumartesi

bir film...bir ben...:)

Burası küçük sayılabilecek bir şehir.

Her gün şehri hareketlendiren, heyecanlandıran bir şeyler oluvermiyor haliyle.

Sanat içinde filan da yüzmüyoruz.

Buna rağmen

arada sırada gerçekleşen sanat olayları da bizi tam anlamıyla harekete geçiremiyor.


Çok güzel ve başarılı bir Sinema Derneğimiz var burada.

Emek verenlerinden birini çok iyi tanıyorum.

Heyecanla, canla başla çalışmasını görüyorum.


Dün akşam onların hazırladığı bir sinema etkinliğindeydik.

Derviş Zaim'in Nokta isimli filminin gösterimi vardı.


Film başladı. Ağzım açık kaldı.

Aklımdan düşünceler uçup gidiyordu:

Perdede gördüğüm yer neresi?

Ne kadar güzel...

Bugüne kadar kimse neden akıl etmemiş burada film çekmeyi.

Böyle bir film var da benim niye haberim yok.

Nasıl bir konu bu böyle?

Azıcık Hiro'yu mu anımsadım ne?

Hayırrrrrr...bezerlik değil önemli olan, şahane olmuş.

Hiro'yu da çok sevmiştim.

Orada da kaligrafi vardı başrolde, bunda da...


Hat ne güzel şey...Öğrenebilir miyim acaba? Kimden peki? Dur ben bunu bir araştırayım.

Ya bu çocuk nasıl güzel oynuyor bu kadar zorlu bir rolü...

Settar Tanrıöğen her zamanki gibi...doğal, kendi gibi, sakin...döktürüyor. Tam bizden biri O. Yaaa ne çok tuz var...ne çok tuz...her yer tuz...Göküyüzü, gökyüzü...

sahneler bitmiyor, tek çekim. nasıl yapmış bunu yönetmen?

Ben düzgün tek bir kare fotoğraf bile çekmekte zorlanırken...nasıl yapmış...


Konu ne ilginç...beni aldı götürdü...

iyi ne?

kötü ne?

gerçek ne?

yalan ne?


hepsinden önemlisi "niyet"in ne?


niyet'i hatırlayan var mıııııııııı?

niyet, niyet...niyet...


"Oğlun elimizde" demiyor aktör çocuk. Hayır.

"Evladın elimizde" diyor.

ne incelik.


Ancak anne babalar bilir, oğulla evladın ayrımını...

Evlat çoook daha üst bir anlatımdır.

Nasıl yakalamış bu ayrımı.


Çok hikaye açıldı filmde.

çoook hikaye.

Hiç biri bağlanmadı.


Gerek de yok zaten.


Bu klişe bir Amerikan filmi değil.


Hikaye kapatmak için yaşanmaz...

Hikayeyi kapatmak için de film yapmazsın o zaman.


Ne anlatıyor ona bak sen...

Çözümü sana hap yapıp vermek zorunda değil...kafanı azıcık da kendin çalıştır.


film bitti.

ben çok sevdim.



ertesi gün.....


Panel, karşılıklı konuşma...Yönetmen yok ama...oyuncular, filmin müziğinin bestecisi ve yapımcı var...


Soruyorlar:

"Neden izlenmiyor bu filmler?

Bizden ne istiyorsunuz?

Ne yapmalıyız, bizden ne bekliyorsunuz ki sinemaya getirebilelim sizi..."

Çok ince ve zarifler...hepsi çok "Abi"...çok dostlar, çok samimiler...


verecek cevabım yok.


Her zamanki gibi "ekonomik durum, ekonomik durum" diyor birileri...


Sahnedekiler bunu anlayışla karşılıyor:

"Ama diyorlar: Recep İvedik'i 5000000 kişi izledi."


susuyorum...

çok konuşmak istiyorum.

ama çok heyecanlıyım.

aklıma konuşmayı getirdiğim an, kalbim yerinden fırlayacakmış gibi çarpıyor.:)


sonra salondakiler konuşmaya başlıyor.

İzleyeciler bir bir sevdikleri dizileri anlatıyorlar.

Nasıl kızıyoruım.

Dizileriniz alın daaaaa... taaa en derinine....


Psikolog olduğunu söyleyen genç bir kız alıyor sonunda mikrofonu.

Herkes seviniyor.

Aklıbaşında bir şeyler dinleyeceğiz nihayet. Hatta Hatta Mazlum Bey "size çok ihtiyacımız var" diyor.

Gülüşmeler.

Kız başlıyor...pardon melemeye...


"Ben bu filmi beğenmedim çükü düşünmeni istiyor" filan diyor. Ben eğitimliyim ama yine de beğenmedim diyor...

Kıza uçasım geliyor.

Beğendği filmin adını da söyledi de...


Yavrum sen git Cin ali okuuu diyesim geliyor...diyorum da. umarım duymuştur.


yetmiyor daha da söz almak istiyor. Sahnedekiler cidden dumur olmuş durumda.


"Bişey daha söyleyebilir miyim?"


Yeteri kadar sı...diyorum, tüy dikmesen de olur.

Ama o tüyü dikecek...

hatta tüyü fildişi tarakla tarayacak...

mümkün olsa üstüne bir de dantel örtecek...


yapıyor da bunları...


sahneden ona anlamlı cevaplar geliyor.


ama anlamıyor yavrucak.

ona cevap verildiğinin ve cevabın sıkı bir gol şeklinde cereyan ettiğinin farkına varmasına imkan yok...

gülüyoruz.

sinirleniyouz.

üzülüyoruz.


-"psikologdunuz di mi siz?"

-"yok, yani okulu bitirdim amaaaa."

-"evvet şimdi anladım..."
bir el göz hareketi...



durumu biz de anladık...

bir tek kız farkında değil zaten.



her mikrofonu alan negatif şeyler söylüyor.

Filmle ilgili tek bir geçerli eleştiri yok...

ortaya karışık şikayetler silsilesi sadece...


da-ya-na-mı-yo-rum:

mikrofonu kapıyorum

evet yaptım bunu :)


Ve başlıyorum konuşmaya...


"Ben akşam izledim filmi.

Hayran oldum" diyorum...


"Çekimler, öykü...

iyi demişsiniz, kötü demişsiniz...

ve...

niyetten bahsetmişsiniz" diyorum...

heyecandan tam olarak ne dediğimi hissetmeye çalışarak devam ediyorum:

çok çokk hoşuma gitti.



emeğinize sağlık, ellerinize sağlık" diyorum...


alkış geldi, onu duydum.

oh saçmalamadan konuşabilmişim dedim.

Ve sahneden bana bakıp...elini kalbinin üzerine koyan birini gördüm...

ben de ona bakıp gülümsedim.


Ben "birisiyim."

Hiç film çekmedim.

Hiç kitap yazmadım...

heykel yapmışlığım, şiir yazmışlığım, resim yapmışlığım yok.


Bu insanlar bize bizi anlatmak için yola çıkmış.

Buraya, yaşadığımız şehre kadar gelmişler.

Bize diyorlar ki..."daha ne istersiniz, ne yapalım?"


Bir Allahın kulu da teşekkür etmez mi ya...


Herkes mi şikayet eder...


Nerden öğrendi bu gençler durmadan şikayet etmeyi...

Sanki 20-30-40-50 yıl önce daha zengin bir ülkeydik.

Bu şikayet canavarı yaşamı elimizden alıp gidiyor, farkında mıyız...


hiç çözüm üretmeden..şikayet etmek korkunç bir şey...

günah günah...


şikayetlerle geçireceğimiz vakti filmle ilgili konuşarak geçirebilirdik.

aklıma takılan, sormak istediklerim vardı...şikayetlerden sıra gelmedi...


ekonomik durum lafını duymaktan kusmak ister hale geldim.

ulan ne paragözmüşüz ya...



5 Haziran 2009 Cuma

I love blogs...ha ha haaa...

Öslemişim len...
Harbiden öslemişim.

Kummmmmmmm.
sen süpper akıllısın biliyor muydun? :)
Yani forever blog dediğin için.:)

İnsan içindekileri bir kalem ve şık bir defterle paylaşabilir. ya da aklına birşeyler geldikçe peçete kağıtlarına bile yzabilirsin, delice bir yazma isteği geldiğinde.
Gazete haberlerinin altlarına yorumlar yapabilir,
forumlara üye olabilir, fikir tokuşturabilir.

ama...feysbukta orda burda çok iyi tanıdığını sandığın insanlarla iki espriyi bile karşılıklı çatamadığını farkettiğinde...
nerde benim blogummmmmmmmmmmmmm dersin.

Burada ben ben'im.
Burada hepimiz kendimiziz.

Burada korkmadan neşeliyiz.
Çekinmeden fikirbazız.

Burada çoook kırılganız.
Bize değer veriliyor.
Ve biz değer veriyoruz birbirimize.

Ay çok özlemişim.
İyi geldi.:)

3 Haziran 2009 Çarşamba

ordan burdan alıştırması

aslında ne çok yazmak istiyorum şu sayfaya.
yeniden eskisi kadar çok sevmek.
neye baksam, ne olsa şuraya yazsam diye düşünmeyi.
yok sanki yazacak hiç bir şey yok gibi.
ve bana has bir durum değil bu, değil mi? :)
demiştim ya bir suskunluk havası hakim bloglara.

şöyle bir alıştırma yapsam...sizi sıkmayı göze alıp...acaba devamı gelir mi?
şu anı yazsam...belki...

Peki öyleyse...

gece...İzmir...balkon...
bu sefer daha önce anlattığım balkon değil, diğeri, caddeye bakan balkon.
hava serincecik esiyor. üşütmeden, ürpertmeden.
yanımda klima, hayır çalışmıyor.
üstünde kültablam...-elbette- dolu yine ağzına kadar. hah işte o tembellikten .:)
maden suyu şişesi, fare ve mouseped.

hava bulutlu. aslında az evvel daha net görüyordum ortalığı, şimdi bilgisayarın ekranından yansıyan ışık manzaraya azıcık engel oluyor.

Hastaneden geldik akşamüstü.
ben bunu anlatmam elbet de...kısaca söyleyeyim...midemiz bulanıyordu azıcık şimdi geçti çok şükür.:)

Anlatmam derken...
derdini anlatmakta hiç bir mahzur yok. buradaki arkadaşlarımın beni sevgiyle dinleyeceklerini de biliyorum ama...her dert de anlatılmıyor ki şekercim...

bu durumu kelimelere dökmenin zaten pek mümkünü yok.

Uzaktan bakıldığında durumumun tahmin edilebileceğini düşünebilirsiniz.
belki haklısınız, belki değilsiniz.
bunu ne ben ne de siz bilebilirsiniz.

Çünkü ben sizin yerinizde değilim, siz de benim yerimde değilsiniz.

ama...

ne neşeme şaşırın...
ne üzüntüme...
ikisi de olağan...
o kadar söyleyeyim...

sonraaa...

ne demiştik avukat hanım geçen akşam?
"uçan kuşun kanadı kırılmaz."

kırmamak iyi olur.

son yıllarda yanlış alışkanlıklar edinmiş olabilir miyiz?
toplum olarak yani...
belki canlı gerçek hayat programlarının etkisiyle filan...
birbirimizi çok fazla eleştirip, yargılıyor olabilir miyiz?
hiç hakkımız yokken...
aslında ne yaşadığımız hakkında hiç bir fikrimiz yokken.

asıp kesiyor, hüküm veriyor olabilir miyiz...
empati dene mok hayatımıza çekiçle sokulduğundan beri...
halden anlamayı unutmuş olabilir miyiz...
anlamasak bile tahammül etmeyi...

dostlar her biriniz benim için özelsiniz.
değerlisiniz.
sizi tanıyor ya da tanımıyor olmam bir şeyi değiştirmez.
insansınız, saygım var...

benim bugünden anladığım ders bu olsun.
günü kazançlı kapatayım...:)

sevgiler, insan kardeşlerim...:)