28 Mart 2009 Cumartesi

Fatih-Harbiye

1931 yılında yazılmış bir roman Fatih-Harbiye. Onlarca yıl evvel yazılmış bir kurgunun bugünü bu kadar iyi anlatacağını yıllarca düşünsem akıl edemezdim.

Dün, istediğimiz saatte otobüs bulamayınca, anne oğul çarşıyı dolaşmaya karar verdik İzmir'de. "Gel anne seni yeni keşfettiğim kitapçıya götüreyim" dedi kuzum. "Tamam" dedim.

Bütün standları dolaştık. Gözüm iki kitaba takıldı. Sidharta ve Fatih_Harbiye. İlkini daha önceden okumuştum. Heyhat benden alınıpta geri getirilmeyen kitaplardan birisiydi, onu aldım. Fatih Harbiye'yi ise hep okumak istemiştim ama olmamıştı, onu da aldım. Kimbilir belki Selim İleri'nin etkisindeydim...ya da yanlış hatırlıyorum.:)

Daha otobüs firmasının yazıhanesinde başladım okumaya, çok etkilenmiştim.
Eve gelince devam ettim ve bugün de bitirdim zaten.

Nasıl anlatsam? Gerçekten çok etkilendim.

Kafamı çocukluğumdan beri belli belirsiz yoran doğu- batı ayrımı, Üniversite ve çalışma hayatımda beni özelleştirme yanlısı yapmıştı mesela...ya da ne bileyim bebeğim olduğunda doktorların bir dediğini iki etmiyor, beslenmesinde, yetiştirme tarzında dediklerinden çıkmıyordum.

Tuhaf bir şekilde bağlayacağım ama bağlayacağım, o nedenle koltuklarınıza sakin bir şekilde, sinirlenmeden yaslanın okurken dostlar.

Sonra ıspanakta söylendiği oranda demir olmadığı ortaya çıktı.

Anne sütünün değeri bir kez daha "ispatlandı".

Sezaryenle doğum yapmak - tıbbi gereklilik yoksa- anneye ömür boyu sızlayan bir dikiş yarası bırakmaktaydı.

Özelleştirme, insanları işsiz bırakıyor, kanunui haklara sahip işçiler orada burada emireri gibi çalışmak zorunda kalıyor, binbir zorlukla kurulmuş, hepimize ait işyerleri tanımadığımız insanlara satılıyordu.

Bu işte bir tuhaflık vardı.

O zamanlar çalıştığım yere getirilen ve çiftçiye satılan tohumları yemek mümkün değildi. Hepsi fosfor yeşil rengindeydiler ve dokunmak bile zehirlenmeye neden oluyordu.
Oysa normal ayçiçeği tohumunu keyifle yiyebilirsiniz.

Aklım karışıyordu.

Yine gayet alakasızca...
Alev Alatlı kitaplarıyla tanıştım.
O zamana kadar karşı durduğumu sandığım fikirler ya da yanında olduklarım sanki gözümde canlanıp, birer gerçeğe dönüştüler ve onları yeniden tanıyordum.

Tamamen yanlış da anlamış olabilirim.
Ama azıcık değiştim.
Sonra epey değiştim.

Doğu bana sesleniyordu. Sesi cılızdı, çünkü...

Üstünde oyun oynadığımız halıların desenleri, motifleri bile değişmişti.
Hepsi "modern"di artık.
Perdelerimiz...oturduğumuz evler, sokaklarımız, henüz genç olmama rağmen benim çocukluğumdakinden bile farklıydılar.

Her şey farklıydı.

Bu değişimim en hızlı yaşandığı dönemde ben ve eşim küçük bir ilçede yaşıyorduk, oradan büyük şehre gittiğimizde çok farklı bi dünyadaydık artık.

Fatih-Harbiye'ye dönersek...
Avrasya topraklarında yaşayan bir insanım ben...üstelik kadınım.

İşim zor yani...
Her an her şey değişiyor.

Farkına varayım ya da varmayayım cebelleşiyorum.
Hayatı nasıl algılamam gerektiğiyle, ne olursa nasıl davranırım sorularıyla...cebelleşiyorum.

O kadar kolay ki gündelik moda tezahürlerin etkisinde kalmak.
Hatta bu etkiye uzak durmak imkansız.
Çok uyanık olmak lazım, bunu farkettim.

Fatih-Harbiye'de bir genç kız anlatılıyor.
"Batı köpeği sever çünkü köpek atiktir, hareketlidir" diyor bu genç kız. "Oysa doğu kediyi sever, çünkü kedi miskindir" diyor.

Saygıdeğer babasına - o on düşünüp bir hareket eden ve kendisini çok seven babasına- öfkeleniyor.
Ve yine onu çok seven nişanlısına - her şeyi içinde yaşayan, sevdiceğine onu kaybetmek pahasına ültimatom veremeyen nişanlısına- öfkeleniyor.

Baba kızının her sorusuna, onu anlamaya çalışarak cevaplar veriyor. Sanki o cevapları bana da veriyor.
Anlatabiliyor muyum?

Ben Kundera'yı severim gerçekten. İnsan tasvirleri beni cezbeder.
Tamamen şahsi fikrim ama: Bay Kundera gelsin Bay Safa'dan tasvir nedir öğrensin...

Bir insan, bir karakter bu kadar mı derin incelenir...Dantel gibi...

Her neyse...
1931'de kurgulanmış...bir baba, bir genç erkek ve bir genç kız...

Arka öyküler: anne, büyükanne ki...onun tasvir edilişine özellikle hayran kaldım...
Şöyle diyor Büyükanneyi anlatan evin kahyası:


"Eskiler bir işe başladılar mı, saatlerce durup dinlenmeden didinirlerdi ama bir kere de rahat etmek istediler mi adam akıllı vücutlarını dinlendirirlerdi. şimdikiler çalışmıyorlar ki dinlensinler!"

Şu yazıyı yazmak da beni dinlendirdi ne yalan söyleyeyim...Umarım derdimi çıtlatabilmişimdir.:) Tam anlamıyle anlatmam sayfalar sürer.:)

12 yorum:

alpernatif dedi ki...

Tek bir sözden insan bir kitabı merak eder mi ?
"doğu kediyi sever"
bak kafama soktunuz şimdi
haydi Natif,ilk hedef kitapçılar :D

uctemmuz dedi ki...

Ben de öyle Hissettim, yani sayfayı açıp okumaya başladığım an elimden bırakamadım kitabı neredeyse.:)

Bir de şu miskinlik var ya...benim blog resmini seçişimi bile açıklıyor mu ki? :))) Meksikalı pek güzel uyuyor ya.:) Uyumuyor ki aslında, düşünüyor.

laleninbahcesi dedi ki...

üç temmuzum yav bu kitabı ben bi daha okuyayım, kitaplıkta var . Öptüm seni

uctemmuz dedi ki...

ya Laleciğim, n'olur oku da tartışalım...çünkü kızcağın halinden de hiç anlamıyorlar bir yandan. Yani yukrıda genel hissiyat bildirdim ama kızın durumuna da pek içlendim. Valla hakkında konuşmayı çok isterim bu kitabın...:)

.. dedi ki...

sıradaki kitabım belli oldu ünsüm.
kesin alınacak, kesin okunacak.

carpediem dedi ki...

http://www.sozbitti.com/lofiversion/t10185.html
linkini tıkla istersen
peyami safa-nazım hikmet kavgası da meşhurmuş 40'larda...

uctemmuz dedi ki...

Burdacım benim...Lale'ye de dediğim gibi...çok isterim hakkında konuşmayı bu kitabın. Blog arkadaşlarımın fikirleri öyle değerli ki benim için. Aklımı çok meşgul etti bu kitap. Bir yandan Neriman'ın moderniteyi kıyafetten, balodan ibaret sanması...bir yandan erkek çoğunluğun onu yüzeysellikle suçlaması ama bir genç kızın muhafazakar bir mahallede boğuluyor olduğunu anlamamaları...kızın bu argümanlara ceveap vereck eğitiminin olmayışı...kısır döngü gibi...herkes haklı sanki.
Bu arada o zamanki muhafazakar mahalle bugün bizim için ütopik bir şey. Her akşam musıki çalışmasına gidiliyor, bir genç kız bir erkekle yedi yıl arkadaşlık edebiliyor...evde sürekli kitap okunuyor.
İnanılmaz...grçekten etkilendim...belli değil mi?
Öperim tatlım...



Sevgili beyaz gelincik hoşgelmişsin diyeyim önce...sonra da verdiğin linke bir bakayım...tekrardan yazarım...Çok sevgiler...:)

uctemmuz dedi ki...

beyaz gelincik, yeniden merhaba...önerdiğin yazıyı iştahla okudum. ne diyebilirim hakkında?
ying ve yang, iyiyle kötü, acıyla tatlı...düşün dünysı da böyle bir şey benim için. nerde olduğumu anlmaya çlışıyorum, bunu yaparken profesyonel değilim, samimiyetle yapıyorum. Açıkçası bu konuda çok çalışkan da değilim ama fena da sayılmam.:)
Nazım Hikmet ve Peyami Safa...Şu anda bulunduğum ruh haliyle ikisini de anlamak, ikisini de sevmek istiyorum. Ya da diğerleri. Eli kalem tutarak düşüncelerini paylaşmış insanlar önünde saygımı göstermemin tek yolu var: onları anlamaya çalışmak. Bu da yetrli değil ki, o günün şartları, yıkılmış bir İmparatorluk, müthiş bir zafer, üstüne yeni kurulmuş gencecik ve onurlu bir cumhuriyet...nasıl heyecanlı devirlerdi kimbilir Yarabbi...
Ve sayende olayın bambaşka yönüyle tanışmış oldum, teşekkür ederim. Gerçekten de öyle.

Yeniden sevgiler...:)

geçkalmadımki dedi ki...

Canım.. ben de merakla alıp okumak istedim bu kitabı..
yarın almalıyım..
Özlemişim seni :)
Sevgiler...

uctemmuz dedi ki...

Epey ara verdin bu sefer, ben de özlemiştim Fundacığım...:)

sensizken dedi ki...

Okumadım, ne yazık ki okuyacakta vaktim yok bu aralar; bu yüzden bu konu beni aşar:)

Bir selam diyip gideyim. Özlemişsindir beni dimiiii:)))

Hoşçakal hep mutlu kal canııııım.

uctemmuz dedi ki...

Selam sensizkenim...:) özlemem mi yav, nerelerdesin...öperim çok...:)