30 Ağustos 2009 Pazar

***

Baştan söyleyeyim, tatsız tuzsuz bir günlük yazısı bu. Öyle, sıradan. Anlatmak istediğim belirli bişi filan yok. Arada bağırabilir, gülebilirim.

Pazar günü rehaveti. 30 Ağustos Bayramı kutlamaları. Telefon konuşmaları.Sigarayı bırakmam gerektiği için ardarda sigara içiyor olmam. (Doğru okudunuz, aynı cümledeki gibi.Bırakmam lazım, ardarda içiyorum.)
Dün gece.
Cola reklamlarından fırlamış gibiydik hepimiz.
Ramazan'da gösterilen Cola reklamlarındaki gibi.
Koca bir apartman dolusu insan, hep beraber iftar yemeğindeydik.
İlkerlerin evinde. Salondaki geniş ve ferah masayı biz hatunlar kaptık. Çeşit çeşit yemek, her yaştan insan.
Küçük odada Bey'ler. Gülüş cümbüş, takılmalar, çok iyi düzelnmiş sofranın aniden birbirine girmesi. Sonra hiç bitmeyecek gibi görünen bulaşıkların yıkanması. Üstüne kahve ve nihayet Bilge'yle mutfakta başbaşa bağdaş kurup yere oturmamız ve birlikte içilen bir sigara.
Bu an değerlidir.
Bu an birbirimizi göremediğimiz zamanlardaki iç savaşların birbirimize anlatıldığı andır.
Çabuk olmalıyızdır.

bıdı bıdı bıdı....Doğru yapmış mıyım?
bıdı bıdı bıdı...sence de öyle değil mi?
bıdı bıdı bıdı...sen n'aptın?

Her nefeste anlatılan içimizin öyküsü dile geliverir.
Akıllar verilir.
Dinlenilir.
Savunmaya geçilir.
Gülünür.

Sonra: "Hadi toparlan, 15 dakika sonra aşağıda buluşalım."

Yeniden buluşulur.
Bu sefer kadın kısmının tamamıyle, hep beraber az ilerideki "yeşil alana".

Ki yeniden imar edildi buralar. yeşillik yok, beton ve bir kaç bank var.
Kimin umrunda?
Banka dizil....Kimi sade, kimi meyveli, limonlu buz gibi maden suları....Sigaraları yak.
Gelsin muhabbet.
Konu yoktur. Anlık konular varsa bile 2-3 cümleden fazla konuşulamaz. Herkes dilediğini söyleyebilir. Bol sarılışma, sırt sıvazlama ve dürtme.
İlker'e ve kız arkadaşına kağıttan gemiler ve uçaklar yaptım.
Uçaklar gördüğüm en aptal uçaklardı. Uçmadılar ama bu onları yıldırmadı.
Neşeyle oynadılar.

Saat artık 23:30 filan.
Bizim eve gitmemiz lazım, artık onlarla birlikte yaşamıyoruz.
Hayırrr, çay yapalım diyorlar.
E peki.
Ahmet annemde, keyfi yerindeymiş, tamam madem diyor.
Biz bu sefer Handan Abla'ya...
Çaylar içiliyor.
Ülen burda olsaydım sahura kadar birlikte otururduk diyorum.
Gece yarısını geçerken yürüyerek eve geliyoruz.

Bu anlattığım anlar benim için kıymetli.
Hayata ara verdiğim anlar bunlar, teneffüs.
Belki de yanlış düşünüyorum.
hayatın kendisi bu anlar.
Artması dileğiyle.:)

23 Ağustos 2009 Pazar

bak bakayım kendine bir

Son zamanlarda kendimde farkettiğim bir değişim var.
Özellikle Pazar günleri, gazetelerin sayfalarından bana bakıp alabildiğine gülümseyen, genç-yaşlı, kadın-erkek fotoğrafları gördüğümde sinir oluyorum.
Genellikle cicili bicili giyinmiş oluyorlar, detaylar atlanmamış: aksesuarlar, renk uyumu müthiş.
Sanki hepsi hayatı çözmüş, o kadar çok yol almışlar ki, değerli birikimlerini bizlerle paylaşmak istiyorlar, bizi de yanlarına çağırıyorlar.
Biz, Anadolu'nun ya da büyük şehirlerin bir köşesinde yaşayanlar onlara yetişemiyoruz.
Ya kolumuza, kulağımıza takacak o derece uyumlu, şık, zarif aksesuarlarımız yok...
Ya da tecrübelerimizi o derece süsleyemediğimizden, bu değerli insanların yanında eksikmişiz gibi kalıyoruz.
Aramızdaki mesafe müthiş.
Yetişemiyoruz Abi.

Kimimizin oğlu askerde, kimimiz kızımızı okuttuk, Üniversiteyi bitirdi...henüz iş bulabilmiş değil.
Nasıl evlenecek, gelenekseli-moderni-kıçından uydurulmuş new age kurallarıyla birbirine girmiş, laçka olmuş bu terbiye sistemsizliğinde karşısına nasıl bir eş adayı çıkacak bilmiyoruz.
Ya da hastamız var, derdimiz boyumuzu aşmış, debeleniyoruz.
Yaşadığımız yerlere bakıp üstüste biriken sorunları gördükçe geriliyoruz.

O Hanım oradan bize sırıtyor.
Çok güvenli bir yerden bize bakıyor.
Çözmüş Abi.
Üstün insan mı o, ne? Hayranız ama anlayamıyoruz.

Bak bak, şu orta yaşlarına yaklaşmakta olan adama bak.
Nasıl da yandan dönüp afili poz vermiş kameraya.
Nasıl cool.
Neşeli, geleceğe güvenle bakıyor.
Savunuyor, kendini aklıyor, daha iyisini yapacağını da söyler bu şimdi.
Röportajı yapan hanımla sanki flört edercesine pozlar vermiş.
Ay, pardon. Bunları eleştirmek yasaktı, unuttum ben.
Son cümleyi göz ardı ediniz.

Halktan kopuk, başka bir dünyada yaşayan bu insanlar her gün bir yerlerden gözümüze gülüyorlar.
Ama bizimle aynı mahallede oturmuyorlar.
Bu mahalle lafı da yanlış anlaşılır şimdi.
Sizin mahalle bizim mahalle değil sözünü ettiğim. Hani insanları dini görüşüne göre ayıran. Yok, o değil.
Bildiğin mahalle.
Bizim mahalle.
Ki biz o mahallede sorunsuz hep beraber yaşamaktayız.
Birlikte dua da ediyoruz, kahve de içiyoruz, tatlı dedikodular da yapıyoruz.

Ama siz Abilerim Ablalarım...
Bize benzemiyorsunuz.

Sizi anlamıyoruz.
Kiminiz sanatçı, kiminiz politikacı, kiminiz gazeteci, kiminiz bir şekilde şöhretsiniz.

Aksesuarlarını bir kenara koysan,
Saçını o günlük olsun kuaföre tarattırmayıversen,
Pazardan alınmış bir penye giyiversen üstüne.
Bildiğini sandığın şeyleri 3-5 dakka unutuversen,
Ki bildiğin şeyler de vardır mutlaka, inan sözüm yok.
Hastane kapısında yaşananları, geceleri çimenlerin üzerinde uyuyanları, dolmuş-taksi paralarını, bürokratik işlemleri düşünsen bir.
Üniversiteyi kazansın diye dershanelere ödenen paraları, yabancı dille yapılan eğitimin, iyi yetiştiğini düşündüğün çocukları kendi dilini anlamaktan, derdini dile getirmekten aciz bıraktığını farketsen,
hercümerç olmuş çocuk yetiştirme sanatının boka sardığını farketsen,
kitap okuyan, dergilere abone olan gençlerin bu işe para ayırmak için nasıl didindiğini görsen,
İş bulmak nasıl bir şey, iş aramak nasıl bir şey, azıcık üstüne kafa yorsan.

Bana daha tanıdık gelirdin.
Bizden olurdun.

Bizim apartmanımızda güvenlik yok.
Şükür buna ihtiyacımız da yok.
Alt kattaki komşumdan korkmuyorum.

Sen bu hissi biliyor musun?

Tanıdık gelmediyse eğer Abicim, Ablacım...
O gazeteye röportaj vermesi gereken benim.
Sen değil.
Yoksa şanssız olan sen misin?
Bir düşün bakalım.

16 Ağustos 2009 Pazar

güzel şeyler

iyileşen bir çocuğumuz için parti yapıldı hastanede evelsi gün.
Önce doktorumuz odaları teker teker dolaştı.
hadi bakalım, yukarıda parti var, bekliyoruz dedi gülümseyerek.

önce bir mızırdandık kendi aramızda, ama filan dedik. sonra baktık herkes, tüm çalışanlar dahil yukarı çıkıyor, biz de katıldık.

Konferans salonunda koca bir masa...üstünde dev bir pasta, içecekler, kuru pastalar.

Ve çocuklar ve anne babalar, tüm doktorlarımız, hemşirelerimiz, herkes.:)

Pastanın üstündeki maytaplar neşeyle ışık saçıyor, alkışlarla iyileşen çocuğun sertifikası verildi.
Bu ne ince düşüncedir, hakkında konuşmayalım daha iyi...

Birbirine sarılmış insanlar, çekilen resimler...benim cingözlerimden biri
Sertifikayı alan çocuğa sesleniyor:
""2 aya kalmaz nişanını da yaparlar senin"

Ay bir de aşık olmuş kuzum. Yaşı yaşına uygun, su gibi bir hemşire kızımıza. Gönüllü olarak staj yapıyor burada kızımız.
Cingözümüz annesi, tanıdğım en tatlı Anadolu annesi, diyor ki:
"Hayatta vermem seni elin kızına, ben bu kadar uğraşıcam, sonra elin kızı alacak seni öyle mi? Hayatta olmaz.":)

Kendime bir peri kızı buldum bu arada.
çok ufak daha.
gördüğüm en küçük filozof.
adımı söyleyemeyeceğini söyledi, halbuki adım asoşeytıd pres olsa bile söyler, farkındayım, meğer bana yeni bir isim takmak istiyormuş.
Bir müddet Ayşe Teyze diye çağırdı beni, sonra onu da beğenmedi. Bana bir çiçek ismi verdi.
Ben de O'na.:)


Çok fazla şarkı besteledi benim için.
biri şu, bayılacaksınız:
"Kirazlı pastaaa, kirazlı pastaaa, kirazlı pastaaa..."


kimseyle konuşmama kararımı bi yerlerde düşürdüm, hemen herkesin hayatını öğrenmiş ve kendiminki anlatmış durumdayım.:)

ne alemde olduğumu merak edenlere bir münücük anı şeyettireyim:
dış kapıdan içeri giriyorum. Önümde camlı kapı var. Camda bana doğru gelen görevli hanım var. İzin vereyim geçsin düşüncesiyle geriye bir adım atıyorum. Arkamdan gelen kişiyle donk diye çarpışıyoruz.
Meğer o görevli bayan bana doğru değil, arkamdan geliyormuş. Gördüğüm şey camdaki yansımasıymış.
Durumu anlatınca o kadar çok güldük ki, hah en sonunda delirttiniz beni dedim.Sonra bana Vileda sapı aramaya çıktık, odada kova var, fırça yok.
filan.
böyle işte.

Bugün izinliyiz, kardeşimde kalıyoruz. Hava burası İzmir değil dercesine tatlııı, şekerrr bir sıcak. hiç yormuyor insanı.:)

Hastanede çay yapmak için kullandığımız teşkilatı yanımıza almamışız. Arkadaşlara çayımız yok, bir bardak verir misiniz dedik, kettlımızdan, sallama çaylarımıza, şekerimize kadar her şey anında geldi.:) Buradaki paylaşma duygusunu anlatmanın imkanı yok.:)

Şimdi eve gelince, sabah için çay koydum ocağa. İçmek için sabırsızlanıyorum.

Görüşürüz, öperim.:)

14 Ağustos 2009 Cuma

mız mız mız

bi ara Armağan çağlayan'ın Tv reklamları vardı hani. Huysuz bir tipti, herşeyden sorun çıkarıyordu filan.
şimdi ben, tam da şu an huysuz birine dönüşmeye karar versem mesela...neler olur ki.
önüme gelen yemeği, yatacağım yeri beğenmesem, herbişeylere kusur bulsam.
mızır mızır mızırdasam.

var ya...düşüncesi bile güzel.

böylesi bir rahatlığa sahip olabilsem anında dünyanın en uyumlu insanına dönüşürdüm.o derece.

kimseye mızırdama hakkım yok çünkü.

duygu durumum gittikçe moka sarıyor, suratıma bakan bi halt anlamıyor olabilir ama içimde ciddi miktarda öfke, az miktarda enerji var.

yazarsam iyi gelir belki dedim. oturdum yazıyorum. ama pek sanmıyorum.

içimdeki şımarık çocuk hiç susmuyor: "eve gitmek istiyorum, denize gitmek istiyorum, keyif çatmak istiyorum" diye bas bas bağırıyor.
o kadar salak ki.
bi bokun farkında değil.
varsa yoksa kendisi.

daha önceleri buraya geldiğimde babaları da yanlarında olan ailelere bakıp, "ay ne güzel" diyordum.
eczaneye gidecek, bürokratik şeyleri halledecek biri daha var kadının. ne rahatlık diye düşünüyordum.
üstelik endişe verici konuşmaları yalnız başlarına yapmıyorlardı o kadınlar, 4 kulak, 4 göz, 2 beyin olarak dinliyorlar, sonra dışarı çıkıp tartışabiliyorlardı.
bu sefer bizim babamız da yanımızda.
ve ben onu boğmak üzereyim.

bir insan bu kadar mı pembe bir dünyada yaşar ya...

gıkını bile çıkarma blog. bu ne biçim yazı deme. dertleşmeye geldim. yumruğu yersin haberin olsun.

ha bir de eve gidince çay demleyeceğim ve hiç sevmememe rağmen ince belli kristal bardakta çay içeceğim. evet.
kağıt bardak püüü sana.

sıra neye geldi dur bakiim. teker teker hırsımı almaya niyetliyim çünküm.
yok işte.
aklıma bşka bişey gelmiyor.
gelirse devam ederim, hiç çekinmem.
özetle şu:

"ay vallahi şekerim,bugün bana katlanabilene aşkolsun."

12 Ağustos 2009 Çarşamba

işte geldim burdayım...:))

ben sizi çok özledim.
ben kendimi de özledim.
çok koşuşturduk.
olsun ama.
çok koşuşturduk işte.
endişeyle.

tedavi bitti derken,
azıcık başa döndük.
n'apalım.
bir cerrahi operasyon.
ciddi de bir şeydi.

Ve inanılmaz bir doktor.

ne insanlar var bu ülkede.
ne değerli insanlar,doktorlar...
daha ilk konuşmada karşısındakine güven telkin eden,
doğruları söyleyen, karar verirken hasta yakınına akıl danışan.
Ben O'nu nasıl sevdim anlatamam.
Keşke duygularımı anlatabilsem, beceremem...
Çocuk cerrahi'den Coşkun Bey: Çok teşekkür ederiz. nasıl ederiz, hangi kelimelerle bilemiyorum.
O nedenle yüzünüze bir şey diyemedim.
Benim insanlığa olan inancımı arttırdınız.

şimdi yine kendi hastanemize devam.
artık abimiz, ablamız olmuş doktorlarımızla.
beraber endişelenip, beraber sevindiğimiz o insanlarla.

neyse işte, detaya girmeden anlatabileceklerim bunlar.

bazen gelirim belki..yani yine uğrarım. sadece sizleri sevdiğimi söylemek istiyorum.:)