28 Mart 2009 Cumartesi

Fatih-Harbiye

1931 yılında yazılmış bir roman Fatih-Harbiye. Onlarca yıl evvel yazılmış bir kurgunun bugünü bu kadar iyi anlatacağını yıllarca düşünsem akıl edemezdim.

Dün, istediğimiz saatte otobüs bulamayınca, anne oğul çarşıyı dolaşmaya karar verdik İzmir'de. "Gel anne seni yeni keşfettiğim kitapçıya götüreyim" dedi kuzum. "Tamam" dedim.

Bütün standları dolaştık. Gözüm iki kitaba takıldı. Sidharta ve Fatih_Harbiye. İlkini daha önceden okumuştum. Heyhat benden alınıpta geri getirilmeyen kitaplardan birisiydi, onu aldım. Fatih Harbiye'yi ise hep okumak istemiştim ama olmamıştı, onu da aldım. Kimbilir belki Selim İleri'nin etkisindeydim...ya da yanlış hatırlıyorum.:)

Daha otobüs firmasının yazıhanesinde başladım okumaya, çok etkilenmiştim.
Eve gelince devam ettim ve bugün de bitirdim zaten.

Nasıl anlatsam? Gerçekten çok etkilendim.

Kafamı çocukluğumdan beri belli belirsiz yoran doğu- batı ayrımı, Üniversite ve çalışma hayatımda beni özelleştirme yanlısı yapmıştı mesela...ya da ne bileyim bebeğim olduğunda doktorların bir dediğini iki etmiyor, beslenmesinde, yetiştirme tarzında dediklerinden çıkmıyordum.

Tuhaf bir şekilde bağlayacağım ama bağlayacağım, o nedenle koltuklarınıza sakin bir şekilde, sinirlenmeden yaslanın okurken dostlar.

Sonra ıspanakta söylendiği oranda demir olmadığı ortaya çıktı.

Anne sütünün değeri bir kez daha "ispatlandı".

Sezaryenle doğum yapmak - tıbbi gereklilik yoksa- anneye ömür boyu sızlayan bir dikiş yarası bırakmaktaydı.

Özelleştirme, insanları işsiz bırakıyor, kanunui haklara sahip işçiler orada burada emireri gibi çalışmak zorunda kalıyor, binbir zorlukla kurulmuş, hepimize ait işyerleri tanımadığımız insanlara satılıyordu.

Bu işte bir tuhaflık vardı.

O zamanlar çalıştığım yere getirilen ve çiftçiye satılan tohumları yemek mümkün değildi. Hepsi fosfor yeşil rengindeydiler ve dokunmak bile zehirlenmeye neden oluyordu.
Oysa normal ayçiçeği tohumunu keyifle yiyebilirsiniz.

Aklım karışıyordu.

Yine gayet alakasızca...
Alev Alatlı kitaplarıyla tanıştım.
O zamana kadar karşı durduğumu sandığım fikirler ya da yanında olduklarım sanki gözümde canlanıp, birer gerçeğe dönüştüler ve onları yeniden tanıyordum.

Tamamen yanlış da anlamış olabilirim.
Ama azıcık değiştim.
Sonra epey değiştim.

Doğu bana sesleniyordu. Sesi cılızdı, çünkü...

Üstünde oyun oynadığımız halıların desenleri, motifleri bile değişmişti.
Hepsi "modern"di artık.
Perdelerimiz...oturduğumuz evler, sokaklarımız, henüz genç olmama rağmen benim çocukluğumdakinden bile farklıydılar.

Her şey farklıydı.

Bu değişimim en hızlı yaşandığı dönemde ben ve eşim küçük bir ilçede yaşıyorduk, oradan büyük şehre gittiğimizde çok farklı bi dünyadaydık artık.

Fatih-Harbiye'ye dönersek...
Avrasya topraklarında yaşayan bir insanım ben...üstelik kadınım.

İşim zor yani...
Her an her şey değişiyor.

Farkına varayım ya da varmayayım cebelleşiyorum.
Hayatı nasıl algılamam gerektiğiyle, ne olursa nasıl davranırım sorularıyla...cebelleşiyorum.

O kadar kolay ki gündelik moda tezahürlerin etkisinde kalmak.
Hatta bu etkiye uzak durmak imkansız.
Çok uyanık olmak lazım, bunu farkettim.

Fatih-Harbiye'de bir genç kız anlatılıyor.
"Batı köpeği sever çünkü köpek atiktir, hareketlidir" diyor bu genç kız. "Oysa doğu kediyi sever, çünkü kedi miskindir" diyor.

Saygıdeğer babasına - o on düşünüp bir hareket eden ve kendisini çok seven babasına- öfkeleniyor.
Ve yine onu çok seven nişanlısına - her şeyi içinde yaşayan, sevdiceğine onu kaybetmek pahasına ültimatom veremeyen nişanlısına- öfkeleniyor.

Baba kızının her sorusuna, onu anlamaya çalışarak cevaplar veriyor. Sanki o cevapları bana da veriyor.
Anlatabiliyor muyum?

Ben Kundera'yı severim gerçekten. İnsan tasvirleri beni cezbeder.
Tamamen şahsi fikrim ama: Bay Kundera gelsin Bay Safa'dan tasvir nedir öğrensin...

Bir insan, bir karakter bu kadar mı derin incelenir...Dantel gibi...

Her neyse...
1931'de kurgulanmış...bir baba, bir genç erkek ve bir genç kız...

Arka öyküler: anne, büyükanne ki...onun tasvir edilişine özellikle hayran kaldım...
Şöyle diyor Büyükanneyi anlatan evin kahyası:


"Eskiler bir işe başladılar mı, saatlerce durup dinlenmeden didinirlerdi ama bir kere de rahat etmek istediler mi adam akıllı vücutlarını dinlendirirlerdi. şimdikiler çalışmıyorlar ki dinlensinler!"

Şu yazıyı yazmak da beni dinlendirdi ne yalan söyleyeyim...Umarım derdimi çıtlatabilmişimdir.:) Tam anlamıyle anlatmam sayfalar sürer.:)

***

Eveeettt eve geldik. Çok şükür, hayırlısıyla.:)

Şuraya yazmak isteyip de yazamadığım neler var bilseniz.
Anlatmak istediğim gerçek insan hikayeleri.
Çocuk öyküleri.

Bunu yapamam...Biraz önce Alper'in yazısına yorum yapınca içim coştu.
Bilmeyenler benden açıklama beklemesin, bilenler arzu ederlerse onlara anlatabilir.

Hiç Çocuk Onkoloji Hastanesi gördünüz mü?
Allah korusun, hiç kimse hasta ya da hasta yakını olarak görmesin...de...

Dostlar be...

Yapabileceğiniz çok şey var.
Bunu söylemek de benim boynuma farz.

Manevi şeyler var bir defa.
Ne bileyim bu konuda bir arzunuz, vaktiniz varsa...çocukları seviyorsanız...bir hastaneye gidip destek olsanız?

Sanırım önce hastane idaresiyle görüşmeniz gerekebilir.
Bir defa bulaşıcı hiç bir hastalığınız olmadığından emin olun. Nezle, grip dahil. Belki masal okuyabilirsiniz, belki bir kaç ufak oyun oynayabilirsiniz çocuklarla.

Ama maddi durumunuz müsaitse...
Lösev'e, Kit Vak'a yardım edebilirsiniz.
Ya da doktorlarla görüşüp, durumu hiç hiç müsait olmayan aileleri kendiniz bulabilirsiniz.

Benimki sadece bir hatırlatma.

Bütün bunlar bir yana...tüm hastalar için edeceğiniz gönülden bir duanın değeri de o kadar büyük ki.

Tabi yapılması gereken organize şeyler de var.
Bizim halkımızın organize olmada ki eksikliği beni çok üzüyor gerçi.
Şu soruları mantıkla sormak lazım yetkililere:

Neden artıyor bu hastalıklar?
Neden artıyor bu hastalıklar?
Neden artıyor bu hastalıklar?

Yetişmiş doktor gücüne çok ihtiyaç var. Ha deyince olmuyor bu iş. Uzmanlık, tecrübe, aşk gerektiriyor bu bölümü seçmek. Hastaneler oda sayısı bakımından malesef yetersiz.

Ve çok basit bir rica.
Bulaşıcı bir rahatsızlığınız olduğunda...toplu taşıma araçlarını kullanırken ya da kalabalık bir ortamdaysanız...azıcık dikkat ediverin.
Çok normal, farketmeyebilirsiniz ama orada biri öksürecek ya da hapşıracak diye korkuyla bekleşen insanlar olabilir. Siz baktığınızda onların kim olduğunu anlamayabilirsiniz, buna rağmen orada olabilirler.

Ve...
her neyse...düzgün toparlayamadım yazacaklarımı...ama bunları da söylemek istedim.

25 Mart 2009 Çarşamba

Susurluk eskiden de meşhurdu...

Susurluk tostu diye bir şey var, bilir misiniz? Enfestir...

Susurluk küçük bir ilçe Balıkesir-Bursa arasında...-aslında baktığın yere göre değişir elbet- ortasından geçen karayolunun iki trafı dinlenme tesisleriyle kaplıdır.

Bu dinlenme tesislerinin hepsinde Susurluk tostu yapılır. Ve bol köpüklü Susurluk ayranı. o da enfestir, tamam...

Ben bu sabah erken kalktım, hala kahvaltı etmiş değilim, iştahla google'a baktım...şu tostun hiç olmazsa bir resmi vardır diye...:) yok...

Var tabi bir kaç resim ama onların da Susurluk tostuyla uzaktan yakından ilgisi yok.

Şu standartlaşma merakı en lezzetli şeyleri bile yalayıp yutuyor anacığım.

Sonyıllarda lüks? yerler açıldı Susurluk'a...otobüs firmaları filan molalarını buralarda veriyor, herkesin önüne de bildiğin tostu dayıyorlar galiba.

Bir defa Susurluk tostu özel mayalı ekmekle yapılır. İçindeki peynir Mihaliç peyniridir. Öyle bir erir ki tostun içinde, insanın gözü döner. Yaşadığına şükreder insan. O peynir hep erisin, bulutların üzerinde dolaşıyorum hissi kaybolmasın ister.

Sonraaaa...

Üstüne illaki salça sürülmelidir. Salça hafif sulandırılmıştır ta en baştan, sizi yormaz yani.

Ekmekler buğday rengi, yer yer karamelize, içindeki peynir sarı-krem, aktıkça akası var en üstteki o canlı kırmızı salça rengi olayı bütünler. Sadece lezzeti değil yani görüntüyü de şenlendirir.

Ayranı nasıl anlatsam? Çoook köpüklü, tost yiyeceksen beni içmek zorundasın der gibi bişeydir o.

Ay ikisine de inanılmaz saygım var.
:)

Yemeden önce tabağa şöyle bir bakıp şükranlarımı sunasım gelir...
Yaparım da bunu.


Bir ufak tavsiye...Herhangi bir yiyeceğiyle meşhur olmuş küçük bir ilçeye gittiğinizde, çarşı içine dalın. Yoldan geçen bir iki kişiye o meşhur lezzetin en iyi nerede yapıldığını sorun.
Genellikle gösterişsiz, yol üstünde önü arabalarla dolup taşan mekanların aksine sakin, daha mütevazi bir lokantayla karşılaşacaksınız. Ama o lezzeti bir daha unutmanız mümkün olmayacak...:)
İşini iyi yapanlar makyaja ve bas bas bağrınmaya ihtiyaç duymazlar ki...

Tamam kısa kesiyorum.
Çok acıkkktımmm...
Gidip çay demleyeyim, bir de üçtemmuz tostu attırdım mı makineye tamamdır.:)

(Hayır, resim yok, hem size kıyamadım hem de gerçek tost resmi bulamadım...)

23 Mart 2009 Pazartesi

dün

Cesur görüntüme rağmen tek başıma sokağa çıkıp bir şeyler yapmaktan hoşlanmam ben. İlla ki yanımda kuaför, sinema, yürüyüş arkadaşı ararım.

Buna rağmen dün öğle vakti aniden bir karar verip evden dışarı fırladım. Az sonra yağacağı belli olan havaya aldırmadan hızlı adımlarla- hatta her adımda daha da neşelenerek- yürüyüp iskeleye vardım.

Artık rutinleşmesi gereken harketlerim hala tekliyor az kullandığım yerlerde.:) Yani vapur jetonu almak, onu delikten içeri atmak, ben bunu her gün yapıyorum edasıyla çıkış kapısına yönelmek ve pat! vapurdayım...

İzmirli olmak diye bir şey var ve gerçek.
Bunu anlıyorum.
seviyorum da...

Her zamanki gibi aklıma anlatacağım şeyden başka bir şey geldi...söylemezsem çatlarım.:)
Bir insanı, şehri, ülkeyi..her neyse işte...doğduğundan beri onunlasın diye sevmek mi daha güzeldir? Yoksa sonradan, eleyerek, kıyaslayarak, kabullenerek, tutularak, seçerek sevmek mi?
Ya...hadi bakalım...

Neyse...

Vapura bindiğimde içimdeki mutluluk duygusu tavan yaptı...Biliyorum gülümsüyordum-umrumda değildi-, biliyorum yanlış anlayan birileri olabilirdi -umrumda değildi-.
İçeri kapalı bölmeye filan girmedim. Bunu düşünmedim bile.
Şöyle bir baktım sigara içen var mı?
Oley! bir kişi var. O zman neden olmasın? Derhal bir sigara yaktım., vapurun kenarına geçtim, her yeri aynı anda seyrettim.

Nasıl mı?
Bilmiyorum...
Ama aynı anda Karşıyaka, deniz, dağlar, iskele, diğer vapurlar, her yeri aynı anda gördüm sanki.
Derhal Ep-met'i aradım. "Ben dedim, gidiyorum" "Nereye" dedi. "Mitinge" dedim. Ay nasıl şaşırdı nasıl sevindi ve nasıl benimle olmak istedi anlatamam.
Çatlasın da patlasın, bugün yalnızım ben. Oley!


Vapur bayraklarla donatılmış, gençler ve kadınlar çoğunlukta. Deniz çok sakin. Hava azıcık açtı gibi. O ara arkamda iki hanımın konuştuğunu duydum, yaşça benden büyükler ve olduğu gibi göründüklerine dair içimde kuvvetli bir his uyanıyor.

Önce merhaba diyorum. Sonra en sevimli halimle" Sizinle gelebilir miyim, peşinize takılsam, hı?" diyorum. Gülerek tamam diyorlar. O andan sonra da beni hiç yalnız bırakmıyorlar sağolsunlar...:))) Miting meydanına ulaşıp, içeri giriyoruz.

Ortam çok neşeli, herkes gülücükler atıyor, kimse kimseyi tanımıyor ama herkes birbiriyle muhabbet ediyor.
Şarkılar coşkuyu arttırıyor.

Sonra klasik beceriksizlikler: Yağmurlu ve kapalı bir havada gereksizce kullanılan sis bombaları her tarafı duman altı yapıyor.
Gelmesi gereken kişi beklenirken konuşan konuşmacılar coşkuyu daha da söndürüyor. Anlamsız sloganlar atmaktan başka bir şey yapmıyorlar...Halbuki o alanı dolduran herkes son derece zeki ve aklı başında...sadece samimi duygularla orada olmak istiyorlar...gaza getirilmeye ihtiyaçları yok. Bu onlrı ortamın gerçekliğinden koparıyor. Tuhaf bir yabancılaşma hissedilen.

Neyse uzatmayayım, sonrası yağmur, gümbürt şakırt hem de...benim iskeleye koşmam tekrardan ve seferlerin akşam saatine kadar iptal edildiğini öğrenince "Ahanda, nasıl dönücem ben şimdi ya" şeklinde panik olmam...sorduğum herkesin bana yardımcı olması sayesinde otobüsle eve dönmem. Otobüsün hıncahıç dolu olması, insanın aynı fikirleri paylaştığı bir otobüs dolusu insanla yolculuk etmesinin muhalif olma duygusunu nasıl körüklediğini tesbit etmem...

Herkes aynı fikirde diyorum arkadaşlar....sinirim bozuldu...:))))

Eve gelince ohhhh...sıcak, oturmak, çay, mutluluk...

Çok güzeldi.
Ben dün'ümü sevdim...:)

21 Mart 2009 Cumartesi

***

kendini birazcık sakinleşmiş hissetmek ne güzel duygu biliyor musunuz...

abartılı gülmeye, bağırmaya, meydan okumaya gerek yok...

vır vır vır konuşmaya, dert anlatmaya, her seçtiğin kelimeye dikkat etmeye, kendini didiklemene gerek yok.

Uzun sürer umarım.

16 Mart 2009 Pazartesi

şimdi ben var ya

Blog arkadaşlarım arasında sabah programlarının takipçisi olmadığını biliyorum. Ben de değilim. Ama bu programlara mutlaka denk gelmişsinizdir yada....sonuçlarıyla zaten her gün karşılaşmaktasınızdır.
Sokağa adım attığınız an bu programların biçimlendirdiği "yeni insan tipiyle" karşı karşıya kalıyorsunuz çünkü.
Sadece sabah programları değil ki...ana haber bültenleri, reality showlar, bazı diziler ve hatta yeni tarihli Türk filmleri...bu yeni insan tipini körüklemek, dumanlamak, onları sadece höykürerek ağlayan ya da anırarak gülen bir insana dönüştürmek için elinden geleni yapıyor.
Amaaannn...tabi bir kısmı falan diye de kısıtlandırma yaparak ikiyüzlülüğe girişecek değilim...iyi nerde, kötü nerde biraz aklı olan herkes görüyor zaten.

İnsan duyguları gülmek ve ağlamaktan ibaret değildir. Bu iki duygu asilce yaşandığında hem gerekli hem de rahatlatıcıdır. Ama ota boka ağlanmaz ve de ota boka da gülünmez ki abicim...
Yuh yani...

Arada duygular da vardır. Hüzün gibi, gülümseme gibi, rehavet, keyif, keder gibi...

Son moda olarak kansere taktılar bunlar malum.
Evden kaçanlara ya da anlaşamayarak ayrılan çiftlere biraz ara verdiler galiba...
Ne yiyeceğiz, nasıl yiyeceğiz, ne yersek vücudmuza ne katkısı olur: bütün bunları kimyasal formül gibi kakalıyorlar bize.
Hey Allahım...
Nimet lan onlar...

Tadları güzel bir defa...
Az ye, öz ye, ne bulabiliyorsan hepsinden, kararında ye.
Azmadan ye...
Tadını çıkararak ye...
Şükrederek ye...

Laborutuvar tüpünden çıkma ilaç muamelesi yapma meyve sebzeye...Bir de Allah'ın verdiği zamanda, onun verdiği şekilde, araya insan elini sokmadan....büyümesi hızlandırılmamış, tohumunun genetiğiyle oynanmamış, arsenikli suyla zehirlenmemiş olanını ye...yeter ...

Ama bunları yaparsak aracı ellere para kazandırmış olmayacağımızdan, işlerine gelmiyor gül kokulu böyyük programcıların tabi...

Ve o hastalık...kemoterapi nedir, radyoterapi nedir bize öğretmiş olan o hastalık...

Acıklı bir olay değil o abicim sizin anlattığınız gibi...
Çok acılı evet...
Ama acıklı değil...

(Hakikaten kendimi küfretmemek için zor tutuyorum.)

Orda bir yerde öcü var ve çok korkunç, ondan bu kadar gram, bundan bu kadar gram yersen seni bulmaz diye anlatıyorlar size bu hastalıkları.

Yalan söylüyorlar.

Tüm ülke çapında, hatta dünyayla entegre olarak,çalışmaların yapılması, hormonun gübrenin reçeteyle satılması, havamızın suyumuzun temizlenmesi lazım.
Yediğimiz, içtiğimiz, giydiğimiz, kullandığımız her şeyin devletin kontrolünde, piyasaya sürülmeden önce sağlık testlerinden geçmiş olması lazım.

Aslında nelerimiz dedelerimiz gibi yaşamak lazım diye düşünüyorum ben...

Oha...diyenlere not:
Anne dedimgeçenlerde anneme...Deterjan yokken nasıl bulaşık yıkıyordunuz?
Külle yıkanırmış...ve çok temiz olurmuş...
Bildiğin kül...
Ne doğaya ne sana zararı var...

Tamam ya...uçmadım...ben de biliyorum şimdi bunların yapılamayacağını, eyvallah...ama bu deterjanlara, naylon poşetlere dünya ve doğa dayanamıyor, farkında mıyız?

Bak, hastalandı sevgili ve biricik dünyamız: ateşi çıktı...

Küresel ısınma dedikleri şey o aslında...

Nerden nereye geldim...Çok doluyum bu konuda dostlar, ondan...

Sizi bayıltmadan keseyim, umarım laf salatası arasında ne demek istediğimi anlatabilmişimdir...

13 Mart 2009 Cuma

düşünce ziyanı

*İçimden durmadan aynı türkü çalıyor:

"Komşu kızını zapteyle...
Yaylalar...yaylalar..."

Ne güzel türkü ya, ne güzel bu Anadolu insanı ya...benim saatlerce konuşsam düzgün anlatamayacağım şeyi tek cümlede söyleyivermiş...:)

*Hava çok kararsız. Sabahtan beri düşünüyor:
Yağsam mıııı, yağmasam mııı...O tarafa mı yağsammmm...bu tarafa mı yağsam...yok yağmayayım...ama çok birikti azıcık döksem şuraya...yok şimdi uğraşamam...şeklinde.
Karar vermesi iyi olur.


*Karşı komşunun köpeciği 20-30 m' lik bahçe özgürlüğe sahip.
Şanslı mı...şanssız mı?


*Popoyu devirip bütün gün salakça şeyler düşünmek ya da...Haftanın son iş gününde sokağa çıkıp yapılması gerekenleri halletmek...
İşte bütün mesele bu...

12 Mart 2009 Perşembe

üçtemmuz dün n'aptı...flaş flaş flaş...:)

Eveeettt...Sabah Şekerleri tadında yazasım var. Ama saçlarım sarı değil, bir manken ebadında da sayılmam, üstelik blogu beraber yazdığım bir partnerimde yok.
İyisi mi kendim gibi yazayım ben.
Dün kalktım, kendimi şöyle bir kontrol ettim: ı ıh neşem yok...
Epey de sürdü yani...Toparlamak lazım deyip derhal sokağa attım kendimi.:)
Ya hakkaten bu şehir insana kendini toparlama imkanı veren bir su kıyısına, bir manzaraya, cıvıltıya sahip değil.
Soluğu annemde aldım.
Bilge geldi Ş. Teyze geldi. Benim eski komşular yani.
Fırın börekleri, saçaklı mantılar pişti.

Onlar ne zaman birbirleriyle konuşmaya kalksalar...terbiyesizce uyardım:"Bak ama ben gidicem yine, siz sonra da konuşursunuz, ben konuşucam, beni dinleyin, benle konuşun" şeklinde.
Her zamanki gibi tahammül ettiler.
Benim konuşmama tahammül etmek madalya ister, kutluyorum kendilerini buradan.:)

Sonra annemle çıktık, hatta misafirler daha oturacaklardı ama "n'olur otursaydınız, biz sonra da alışveriş yapardık" deyip onları eve gönderdik. Allahtan yedi senelik komşuluktan sonra tuhaf mizah anlayışıma alışmış durumdalar hepsi. Çok güldüler.

Çarşı dolaşıldı. (Mühim bişey değil zaten 3 cadde toplam olarak.) Alınacaklar alındı. Eve gelindi.

Bir de üstüne akşam Ahmet Beyle yürüyüş yapıldı. Şakalaşıldı.

Neşeyi yeniden toparladım yani. Maşallah diyoruz bu noktada.

Sabahın köründe kalkılıp yazı bile yazdım, daha ne olsun.:)))

Günlük yazısı gibi oldu...hadi bu da böyle olsun...

Çok güzel bir gün diliyorum hepinize...:)


İlavesi:

Dostlar Umut çocuklarını sokağa atıyorlarmış...Şu linke bir göz atar mısınız? İsterseniz siz de dostlarınızla paylaşıverin, belki bir faydamız olur...

9 Mart 2009 Pazartesi

Pazar günü yazısı

Bazı günleri bomboş geçirdiğimi sanıyorum sonra düşündüğümde ne çok şey yapmış olduğumu anlıyorum.:9
Dün öğlen vakti uyanıp, yarım günde mantı yapıp, internette çene yarıştırıp, üstüne üstlük de iki film izledim.:)

İlki bir Türk filmi. Aşk Tutulması.

Necla Nazır'lı Tarık Akan'lı aşk filmleri vardır hani...Aynı o tatta, sıcacık, tertemiz bir aşk filmi. İzleyip de kafa yormanızı falan istemiyor. Ama çok sevdim ben. Başroldeki iki oyuncuyu da, filmin yumuşacık oluşunu da çok sevdim.
Erkeklerin futbol tutkusuyla, sevgilileri arasında nasıl gidip geldiğini de daha bir anladım. Ep-met Bey'in hasta bir Fenerbahçeli olmasına rağmen...bizimle bu kadar iyi anlaşabilmesine sevindim. Ailecek çılgın Beşiktaşlılarız da biz.:)

Bana neler hatırlattı...:)))
Kemalpaşa'da benim ailemle birlikte yaşarken, babamla ikisi birlikte maç izlerlerdi. Beşiktaş Fenerbahçe maçlarında içeriden hep şöyle sesler gelirdi:
Babam:
-Aaaa Ahmet ama bu gol sizin hakkınızdı.
-Yok baba, siz daha iyi oynadınız.

Devre arasında Ahmet sigara içmeye diğer odaya gelir. El kol hareketleriyle fısıldayarak bağırır çağırırdı. Tabi Beşiktaşa.:)))
İçeride de babam Fener'e sessizce düz gitmekteydi.
İkinci yarı başladığında son derece kibar bir şekilde, bu maç aslında sizin hakkınız konuşmaları yapılırdı.:)))

Filmi izlerseniz, bu konuda şanslı olduğumu göreceksiniz.:)

İkinci film Oscarları altüst eden Slummdog Millionaire.

Ne zamandır bu kadar samimi bir film izlememiştim. Yani tarafını garibandan yana tutan. Filmi izleyin demekten başka bir şey söylemeyeceğim ama Amerikalı turistlerin insanlıklarını parayla gösterediği sahne beni çok güldürdü.
İyi ve kötünün mücadelesini düşündürttü bana. Pek çok sahneyi izleyemedim, içim dayanmadı. Film dediğin böyle olar, böyle olar, böyle olar....diye düşündüm.

Hım bu arada,

Mantı süperdi ya...:)


***

Yazı mazı yazmak istemiyor canım. E bu ne o zaman derseniz, ne bileyim ben derim.
İçime baktığımda yine bir dolu atın oradan oraya koşuşturduğunu görüyorum. Merhaba diyemeden kaçıp gidiyorlar. Bu da demek ki yine kafam karışık.
İzmir'e gidiş zamanı yaklaştıkça kendimden kaçış halim artıyor. Normaldir, deşmeyiniz.
Ben de deşmeyeyim.

Ha bak atlardan biri durup selam verdi, bana hatırlattıklarını yazıvereyim şuraya.:)

Msn'de ya da maillerde, ne bileyim gerçek hayatta belki de, konuştuğum insanlar var.
Dostlar, akrabalar, arkadaşlar.

Anlayışlı olanlarına nasıl minnetarım bilseniz.
Bana detay soru sormayanlarına yani.

Böğrüme bişeyler saplamadan, sadece genel birşeyler sorup, aldıkları cevaplarla yetinenlere yani.
İyi dileklerini söylüyorlar, moral veriyorlar...uçuyorum.

Yoksa sordukları soruların cevaplarının bende olmadığını bildikleri halde sormaya devam edenler...

kalkanım kırılıyor sayenizde. O kalkan bazen neşe...bazen enerji, bazen de keyifli bir ses tonu.

İnanmıyor musunuz gerçekliğine?

Haklısınız.

Hadi benimle birlikte katılıverin bu oyuna, bir yeriniz mi incinir?


Bunları anlatmaya hiç niyetim yoktu. Ama bana yapılıyorsa, başkalarına da yapılıyordur. Rica ediyorum sadece, kimseye yapmayınız.

Canı acıyor insanın.
Ve niyetiniz bu değil biliyorum, o nedenle anlattım.

hepinizi seviyorum...:)

6 Mart 2009 Cuma

diriling dirilong

Blog alemi, n'aber?

Ses verin bakiim...

Yoklama yapıyorum.

Gelmeyen muavinden geç kağıdı alır ona göre...:)))

2 Mart 2009 Pazartesi

Küçük kağıtlar

Rüzgar uzun zaman sert esti. Balkona çıkar çıkmaz soğuk hava, kat kat giysiler altına saklanmış bedenimi aradı buldu her seferinde. Elimde sigara uzaklara bakıp neler düşündüm. Bir hedefe yönelik değildi hiç bir düşüncem ve aslında şu anda geriye baktığımda tek bir hedefimin olduğunu anlıyorum.

180 derecelik bir bakış açısına sahiptim. Balkon bana cömert davranıyordu. Evler, evler, evler...apartmanlar, dükkanlar, çatı katları, uzaklardan seçilen yüksek binalar. Siluetin zerafetini bozan "ben burdayımcılar".

Sonra tepeler ve sonra dağlar.
Dağların üstü bu ılıman iklim için fazlasıyla karla kaplı.Yakınımdaki evlerle o dağlar arasında deniz var, biliyorum ama göremiyorum.

Bu cümle bir hayat özeti mi sanki?
Geç...

Sonra kendi memleketimden hiç de alışık olmadığım kuşlar var:Martılar.
Neşeyle bağırıyorlar.Bazen benimle dalga geçtiklerini düşünüyorum.Hemen vazgeçiyorum bu düşünceden. Neden yapsınlar bunu? Ben onlara birşey yapmadım ki...

Balkona takılıyor gözüm "Hava düzelse de seni bir yıkasam cici balkon" diyorum içimden.

Bu balkonu seviyorum. Hayır, sevmiyorum. Seviyorum-sevmiyorum.
Bilmiyorum.

Balkon ve ben:
Kızdığımda çıkıyorum buraya. Yemek yediğimde ya da.
Bazen neşeliyken. Bazen de sadece görev icabı: Çamaşır asmak ya da toplamak için.

Bir tarafım hep düşünüyor ben oradayken. Hangi tarafım bilmiyorum.
Yani ona ne denir acaba?
Beyin, akıl, kalp, otomatik pilot?
Geç...

Sigara içiyorum orada ben.
Ama beni gören çok fazla insan var.
Yani dağlarla arama giren, benim görmediğim, bilmediğim,tanımadığım pek çok insan o anda beni görüyor.
Bu beni rahatsız ediyor.
"Arkanızı dönsenize" demek geliyor içimden.
Komik.

Sigara içerken kullandığım dev bir kibritim var.
Yeni keşfettim onu, o kadar azametli ki her haliyle"ben kibritim" diyor. "Hiç bir çakmak elime su dökemez" diyor. Sevdim onu.

İki de çakmağım var ama...Mavi bir adet "çakar çakmaz çakan çakmak" ve de pembişli, daha bir dolu renkli bir adet daha. Ceplerimdeler, ocağın yanındalar, balkondalar. Ve genellikle ne zaman arasam yoklar.

Ocaktaysam balkondalar, balkondaysam cebimde duruyorlar.

Dağınığım evet.
İyi ki öyleyim.

Daha mandalları anlatacağım size diye korkmayın. Onlar başka bir hikayeye kalsınlar. Canım istemedi şimdi.

Sigara içmenin bir kağıda sarılı tütünü pıt diye yakıp, o inanılmaz dumanı içine çekmekten ibaret olduğunu sananlar çok yanılırlar.
Fazlasıdır.
Yukarıdaki tanım sadece teknik bir detaydır o kadar.

Henüz yakılmamış bir sigara -insan o anda keyifliyse hele- "o keyfi katlarım ben şekerim" diye size cilvelenen bir vaattir.
Kibritin yakılışı çok havalıdır. Bu nedenle kibrit çakmağa her daim galiptir.
Çakmak da fena değildir de yok kibritin nostaljisi başkadır.

Geçmiştir kibrit, hatıralardır, güvendir...
Hele bu dev olana -dedim ya- bayıldım.

Sigara içme şekliniz sizi tarif eder.
Kendi küllüğünüz; yani sahip olduklarınız içinde en rahat ettiğiniz, sigarayı içinden düşürmeyen, ne çok büyük- ne çok küçük... yani konforlu bir şey arasınız.
Herkesin küllüğü farklıdır.
Herkesin çakmağı da farklıdır.

Ben biraz erkeksi içiyormuşum sigarayı.
Gülüyorum bunu diyenlere...haberleri yok gururlanıyorum da...
Babam gibi içiyorum çünkü, bilmiyorlar.

Balkona döneyim mi?
Yok, o konuda anlatacaklarımı bitirdim.

Aslında ne anlatmak için oturdum masaya ve şu küçücük kağıtlara neler yazacaktım zaten bilmiyorum.
Ama içimden bir şey beni buraya oturttu ve yazdım.

Ben buna çok sevindim...


Ünsal